8 Temmuz 2010 Perşembe

Mi'raç




Mâdem,
Şu kâinat ve mevcudât var ve içinde ef'âl ve icad var.
Hem mâdem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san'atlı bir nakış nakkaşsız olmaz.
Elbette, şu kâinatı dolduran ef'âl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim bemevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubâtının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır.

Hem mâdem bir işte iki hâkimin bulunması o işin intizamını bozuyor.
Hem mâdem sinek kanadından tâ semâvât kandiline kadar mükemmel bir intizam var.
Öyle ise o Hâkim birdir.


Bir olmazsa-çünkü herşeyde san'at ve hikmet o derece acîbdir ki, o şeyin Sânii, herbir şeye muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede Kadîr-i Mutlak olmak lâzım gelir; öyle ise, bir olmazsa-mevcudât adedince ilâhların bulunması lâzım gelir. O ilâhlar hem birbirine zıd, hem birbirine misil olacaklar; ve o halde şu acîb intizam bozulmamak yüz bin defa muhâldir.


Hem mâdem şu mevcudâtın tabakâtı, bir ordudan bin defa daha muntazam bir emir ile hareket ettiği bilbedâhe görünüyor. Yıldızların, güneş ve kamerin muntazaman hareketlerinden tut, tâ bâdem çiçeklerine kadar herbir tâife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir sûrette Kadîr-i Ezelînin o tâifeye verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve tâyin ettiği harekâtı, bin defa ordudan daha muntazam bir tarzda izhâr ediyor. Öyle ise, şu kâinatın, mevcudâtı Onun emrine bakar ve imtisâl eder, perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlakı vardır.


Hem mâdem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmâne şehâdetiyle, hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle, bir Sultan-ı Zülcelâldir.

Hem gösterdiği ihsanât ile gayet Rahîm bir Rabdir, hem izhâr ettiği güzel san'atlarıyla san'atperver ve sanatını çok sever bir Sâni'dir. Hem gösterdiği tezyinât ve merakâver sanatlarıyla zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celb etmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîmdir.

Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyirü'l-ukûl tezyinâtın ne demek olduğunu ve mahlûkat nereden gelip nereye gideceğini, rubûbiyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbete bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni-i Alîm, rubûbiyetini göstermek ister.


Hem mâdem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lûtuf ve merhamet ve garâib-i san'at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister; elbette zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyâtı ne olduğunu bir mübelliğ vâsıtasıyla bildirecektir.

Öyle ise, zîşuurlardan birisini tâyin edip onun ile o rubûbiyetini ilân edecektir.


Ve sevdiği san'atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vâsıta edecektir.
Ve o ulvî makâsıdını sâir zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhâr etmek için, birisini muallim tâyin edecektir.
Ve şu kâinatta derc ettiği tılsımı ve şu mevcudâtta gizlediği muammâ-i rubûbiyeti mânâsız kalmamak için, her halde bir rehber tâyin edecektir.
Ve gösterdiği ve enzârın temâşâsına neşrettiği mehâsin-i san'at faydasız ve abes kalmamak için, onlardaki makâsıdı ders verecek bir rehber tâyin edecektir.


Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkınde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.

Mâdem hakikat ve hikmet böyle iktizâ ediyor.
Ve şu vezâife en elyâk Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir sûrette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet bir şâhid-i âdil ve sâdıktır.

Öyle ise, o zât, doğrudan doğruya bütün kâinatın fevkıne çıkıp, bütün mevcudâttan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumi, ulvî, küllî bir sohbet etsin.

İşte, Mi'rac dahi bu hakikati ifade ediyor.


Elhâsıl: Mâdem
şu azîm kâinatı mezkûr maksadlar gibi çok azîm makâsıd ve çok büyük gâyeler için şu sûrette teşkil, tertib ve tezyin etmiştir.
Hem mâdem şu mevcudât içinde şu umumi rubûbiyeti bütün dekâikı ile, şu azîm saltanat-ı ulûhiyeti bütün hakâikı ile görecek insan nevi vardır.
Elbette o Hâkim-i Mutlak o insan ile konuşacaktır, makâsıdını bildirecektir.


Mâdem her insan cüz'iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin küllî hitâbına bizzat muhatap olamıyor; elbette, o insanlar içinde bâzı efrâd-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar.

Tâ iki cihetle münâsebeti bulunsun: hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitâba mazhar olsun.


Şimdi, mâdem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makâsıdını en mükemmel bir sûrette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammâsını açan ve rubûbiyetin mehâsin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır; elbette, bütün efrâd-ı insaniye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûku olacaktır ki, cismânî âlemde seyr ü seyahat sûretinde bir Mi'racı olacaktır. Yetmiş bin perde tâbir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef'âl ve tabakât-ı mevcudâtın arkasına kadar kat-ı merâtib edecektir.


İşte Mi'rac budur.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Eşcinsel Kimliğe Saldırmak


bu bloga gönderilen yorumlardan ümitsizlik verenleri burada yayınlamıyorum. hakaret içerenleri dikkate almıyorum. bir kısmını da değerli arkadaşlarımla paylaşıyorum. bir arkadaşım, bu yorumlardan oluşan duygularını şöyle ifade etmiş:


UTANIN KENDİNİZDEN

Anlaşılamayınca üzülüyor insan; son dönemde gayislam.bloga yapılan yorumlarda beni bu şekilde üzdü. Bu blog inançlı eşcinsellerin yazı yazabildiği, yazılanları okuyup bir nebze olsun dini ile yeniden bağ kurabildiği bir blogtur. Heteroseksüel Müslümanlara yönelik olarak eşcinselliği kabul ettirme ya da dayatma gibi bir amacı yoktur.

Eflatoon kaç zamandır intihara kalkışan ve intihar düşüncesinin yoğun bir şekilde kendini gösterdiği eşcinsellerle ilgilenmekte. Peki bu eşcinselleri intihara sevk eden nedir? Aile reddi, toplumsal yaşamın dışına itiliş, yaşam boyu rol model olabilecek gay profillerin yokluğu, aşağılanma vs vs vs.

Yorum sahipleri, el insaf!

Bu blogta yayınlanan ve yayınlanmayan birçok yorumunuzda eşcinselliği meşrulaştırmaya çalışmamızdan yakınıyorsunuz! El insaf! Sadece bu kimliğimiz yüzünden diğer tüm yapıp etmelerimiz ve kimliklerimiz hiçe sayılıyor. Allah aşkına, azıcık utanın! Biz yaşamımızı bu kimlik bağlamında kurma meraklısı değiliz ve eşcinselliğin aslında çok önemsiz bir hal olduğunu düşünüyoruz. Fakat bugünlerde önem kazanıyor ve bu konuda yazıp çiziyorsak, bunun nedeni sizin öfkeniz ve sırf bu durum yüzünden bizleri Müslüman cemaatinin dışında görmenizdir. Karşımıza intihara kalkışan bir delikanlı getirildiğinde, ailesi tarafından reddedilen bir glbtt karşısında, gizlenmek amacıyla sürekli yalan söylemek zorunda bırakılan bir glbtt sizlerin umurunda olmasa da bizim umurumuzdadır. Onlara söyleyecek sözümüz vardır. Çünkü biz Rahman ve Rahim olan Allah’ın kullarıyız.

Şunu açık bir şekilde söyleyeyim; eşcinsellik livata değildir! Siz kötü yorum sahiplerinin tüm argümanları aslında livata üzerine olan dini hükümler üzerine kuruludur. Ne kadın eşcinselliği üzerine düşünebiliyorsunuz ne de çift cinsiyetlilik üzerine… eğer bu konular üzerinde azıcık düşünseniz eşcinsellik karşıtı düşüncelerinizi livata üzerine oturtmazdınız.

Sizlere şunu da söyleyeyim; livatanın meşruluğu tartışması da dini değil politik bir tartışmadır ve kökeni tarihsel olarak Sünnilerle Şiiler arasındaki iktidar mücadelesinin halk indinde bir propaganda aracı olarak kullanılmasıdır. Günümüzdeyse bu hadisleri eşcinselliğe karşı kullanıyorsunuz. Bende size ısrarla soruyorum; kadın eşcinselliği ne olacak? Çift cinsiyetlilerin durumu ne olacak? Çünkü bambaşka bir tartışmanın kavramlarını, delillerini vs. alakasız bir konuya monte etmeye çalışıyorsunuz.

Gerçi buna da bir çözüm yolu bulmaya çalıştınız. Ayetin neshi tartışmaları içindeki Nisa suresi 15. Ve 16. Ayetlerini günümüz meallerinde direk eşcinsellere yönelik ayetlermişçesine çeviriyorsunuz. Yalan olduğunu bile bile… homofobi gözünüzü öyle bir şekilde örtüyor ki ayetleri dahi “DEĞİŞTİRİYORSUNUZ”.

Sizin gibiler ayetlerdeki kelimeleri dahi değiştirirken, müsaade edin bizimde söyleyeceklerimiz olsun.

Şunu unutmayın, bizler alışkınız; kalplerimizin mühürlü olduğunun bize söylenmesine… Maşallah göğsümüzü yarıp içindekileri okuyabiliyorsunuz! Keşke okurken biraz daha dikkatli davransanız! O kalpte Allah ve Resulünün sevgisi de var çünkü. Bu sevgi olmasaydı bu blogta olmazdı. Ama yok sizlere göre bizler art niyetliyiz. Sizlerde zaten kalplerimizden geçenleri dahi bilirsiniz. Bakıyorum da şah damarımızdan dahi bize yakınsınız.

Siz ısrarla bizlere küfür ithamında bulunarak yorum yapanlar! Utanın kendinizden ve artık kabul edin, sizin derdiniz içinizdeki homofobidir. Siz aslında bir eşcinselin “ben bir müslümanım” demesine tahammül edemiyorsunuz. Siz bir eşcinselin “Ben Allah ve Resulünü seviyorum” demesine tahammül edemiyorsunuz. Siz bir eşcinselin Müslüman kimliğiyle konuşmasını, yazıp çizmesini İslam’a karşı bir saldırı olarak telakki ediyorsunuz. Neden? Çünkü bizden (eşcinsellerden) tiksiniyorsunuz.

Ama bunun adı İslam değil, homofobidir. Homofobinizi din olarak telakki etmeyin!

Dönüp durup söyleyegeldiğiniz tek bir söz var: Eşcinselliği meşrulaştırıyorsunuz…

Efendiler!

Biz bu toprakların gayrimeşru çocukları değiliz!

Ve evet, İslam Dininde bizim yaptığımız fiilin meşru olduğunu söyleyen mezheplerde olmuştur! Sünni Zahiriye mezhebi gibi! Yaptığımız fiilin kadın erkek zinasından daha düşük bir ceza gerektirdiğini de söyleyenler çıkmıştır. İmam-ı Azam gibi!

Bizden şunu dememizi bekliyorsunuz: Bu günahtır ve ben suçluyum, “düzelmek” için gayret sarf ediyorum.

Hayır bu sözü söylemeyeceğiz!

İslam dini içinde bize bir yer vardır. Sünni Zahiriye mezhebi bunu söyler. Bizi fiziksel çift cinsiyetliler gibi biyolojik yönden yeniden değerlendirip “meşru” olduğumuzu söyleyen günümüz Müslüman Alimler de vardır. Bize Allah’ın dininde yer vardır. Umuyoruz ki Peygamberin (s.a.v) şefaatinde de bizlere yer olacaktır.

Elinize kan bulaşmasa da ağzınızdan tükürdüğünüz hep kan! İntihar eden nice eşcinselin kanı dudaklarınızda. Nice eşcinseli nefretinizle öldürdünüz! Nicesi “ben Allah ve Resulünü seviyorum” diyordu. Ama sizler homofobinizin nefretine dayandınız. Homofobinizi din telakki ettiniz ve hala utanmadan konuşuyorsunuz.

Hz. Lut (a.s) gönderildiği kavim eşcinsel bir kavim değildi. Öğrenin artık. O kavmin erkekleri tecavüzcü, yağmacı heteroseksüellerden müteşekkildi. Eğer sorun eşcinsellik olsaydı lezbiyenlik açısından da değerlendirme yapılırdı. Eğer sorun eşcinsellik olsaydı bu kıssa Kuranda geçerken cezai müeyyidesi de belirtilirdi. Ama tecavüzün, yağmacılığın müeyyidesi Kuran ve sünnetle ortaya konmuştur. Eşcinselliğin değil. Kuranda eşcinselliğe bir ceza tayin edilmemiştir. Sizin tahrif etmeye kalktığınız Nisa suresinin ayetleri dışında!

Tarih öyle enteresan ki; Kuranın tahrifine karşı şu blog ayakta duruyor! Çünkü homofobi karşısında anlı şanlı İslam Alimleri susuyor. Sonunda bunu da başardınız. Homofobi ile ayet tahrifatına başladınız!

Utanın kendinizden!

Kuranda homofobinize dayanak ayet aramaktasınız.

Gayderviş

9 Haziran 2010 Çarşamba

Homofobi ve İman 2

insan kendi alemine dışarıdan gelen dürtüleri mesajları ve bilgileri yorumlar. bu yorumu yaparken kendi iç kabullerini ve önceden sınayıp kabul ettiği şablonlar ile yapar. eğer şablon ve ölçüsü yoksa o zaman gelen mesaja cevap ve tepki de ölçüsüz olacaktır.

dini kimliği ile dini bilgileri yorumlamak göreceli olarak kolaydır. eğer cahilse o zaman tepkileri fanatikçe olur. milli kimliği olan birisi milliyetçiliğini, diğer milletlerin onun güzelliğini tamamladığı, insanlık içindeki en güzel renk olarak görüyor ve yaşıyorsa yorumu tüm dünya kardeşliğini içine alır. eğer tek gerçeğin kendi milli değerleri olduğunu ve dışındakilerin çirkinliğine hükmetmiş ise artık o faşisttir. cinsel kimlik de bu formüle uyar. sahip olduğu kimliğin karar taşlarını oluşturan değerler tüm "diğerlerini" tanıyarak kendi güzelliğini tabir ediyor ise sağlıklı bir cinsel kimlikten bahsedilir. yoksa artık bu homofobidir.

insan basit bir teknik cihaz gibi olmadığı için bu hatalı düşüncenin teknik tamiri de kolay değildir. fanatism, faşism yada homofobi çok derin ve zor bir tedavi yöntemi ve bilgilendirme ister. çünkü yanlış parça bilincin ne kadar derininde, hayatın ne kadar erkeninde ise o denli kemikleşmiş ve değişmesi o denli zor hale gelmiştir.

çoğu kere bu hatalı durum, kişiler bir cinayet sonucu mahkemeye yada bir şikayet sonucu muayenehaneye geldiğinde farkedilir. ya gelemeyenler? ya ortada hala gezinenler? ya hala bize bir kimliğimizden ötürü nefretle bakan bakışlar?

yanlış eylemin çapı büyüdükçe basının ilgi odağı olur. kendini çoğunluk zanneden ve azınlıktan herhangibirine sırf o kimliği onda zannettiği için şiddet uygulayan ve güya kendine gelebilecek bir tehditi savmak için karşısındakinin canına kasteden bu problemli bireyler için artık hem hukuki bir ceza hem psikolojik bir terapi hem ciddi bir bilgilendirme gerekmektedir.

insanlar ise tüm detaylardan arınmış ve artık özü uçmuş bir haber olarak sanki birbiri ile ortak metni yokmuşçasına haberdar olup toplumlarındaki oluşan hadiselere hayret ederler. oysa bir yerlerde arşivler aynı dili konuşmakta, birileri aynı hastalığa işaret etmektedirler.

öfkeli saldırının alt metninde karşısındakini yoketme isteği onu görür görmez çıkmaz. bu istek karşıdakini izlemeye engellenemez bir istek duyup, takip edip, güya hasım kabul ettiği o kimlikten insaniyeti görmeye başladığı, aslında onun da kendi gibi olduğunu hatta kendinde ondan da çok şeyler olduğunu farketmeye başlaması ile çıkar. önceden aldığı yanlış bilgiler bunun büyük bir pislik olarak şimdi ona da bulaştığı alarmını verir. artık kaynağı kurutmak gerekmektedir. halbuki kendinde gördüğü bulaşma değil, zaten baştan beri varolan karakteridir. bu karakteri edeplendirmek ve prensipleri olan bilgi ile hareket eden bir şahsiyet haline getirmek maalesef o ortamda kişinin kendisinin görebileceği bir durum değildir. eğer diler ve ister ise o bedenin sahibi onu o erdemli seviyeye yöneltir. bunu talep etmek birinci adımdır. neticesini ise islam "iman" olarak tanımlar. gerçekten de sad-ı taftazani'ye göre iman, kişinin kendi cüz-i ihtiyarisini, gayretini, gösterdikten sonra, Allahın dilediği kulunun kalbine ilka ettiği bir nurdur. bu nur, bu ışık baktığı heryeri aydınlatıp manzaranın tekil olduğunu ve o bütünlüğün içinde, bütünlüğün sahibinin kontrolü altında emniyet duymayı netice verir. imandan gelen huzur halinin bir manası da budur. bu ışık her nereye bakıyor ise orada bütünlük vardır. ister dini milli ister cinsel kimlikler, ruhlar yada eşya farketmez. birey bu büyük ordu içinde görevini bilen ve ahenk ile hareket eden bir er gibi yerini alır. tüm ahenkten doğan şereften ve neşeden payını alır. bunu bilir, hisseder ve yaşar. bu ahengte olan yüz kişiyi ihtar ederek dikkate sevketmek, bu şuuru taşımayan on adama şuur kazandırıp uyumlu hale getirmekten daha kolaydır.

sosyal hayatın ahengini isteyenler kur'anın mesajlarını dikkatle algılamak zorundadır. başı ağrıyanın ilaca ihtiyacı daha fazla olduğu gibi, kimliklerinden ötürü canı acıyanın da bu mesajlara ihtiyacı herkesten fazladır.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Cinsellik Cahillik Uçurumları


evlat bu dünyada insanın yüzünün tebessümüdür. ilk doğduğu andan itibaren cazibe merkezidir. hatta en bebek sevmeyen çoğu annelerin hissettiği gibi onlara bedenlerinden gönderilen en tatlı besin olan sütle beraber, kalplerinde açılan şefkat ile kendilerine hayret eder tarzda değişip tam anne tavrına girerler. babalar ellerine aldıkları ilk anda o duygu fırtınası, kalplerini geri dönülmez bir biçimde değiştirir. artık o baba kimseyi kendinden daha iyi görmek istemez, evladı dışında... bu biyolojik ve psikolojik değişim büyük bir heyecanla yaşanır ve aileye ayrı bir hava getirir. birbirine perçinler. artık ebeynin tüm yaşamsal öncelikleri arkada kalır ve başköşeye, kudret tahtına, en kudretten yoksun oturur. meyilleri emir kabul edilir, tebessümü bayram olur.

kendini sevdirmeyi bilen küçük kızlar ile sevilmesi gereken afacan oğlanlar artık ailenin övüncü ve ilgi merkezidir. her yaş aldıkça sevimlilikle ve hareket hızları artar. geliştikçe güzelleşirler. sonra bir gün yüzlerine yetişkinliğin rengi gelir. daha kendileri farketmeden, ebeveyni olan annesi babası farkeder.

ebeveynin yıllar boyunca onun etrafında ördükleri muhafaza kabuklarını tınmadan yine çocukça kendi grup oyunlarına yönelirler. lakin ters bir tepki ile dışarı çıkmaları yasaklanır. halbuki onlara yasaklanmak yerine grubu seçme ve grubu analiz edebilme yeteneği kazandırması gereken aile zamanını tembellikle geçirmiş, kendi yemediğini yedirerek karnını tok tutarken, tecrübesini aktarmayarak kalbini ve aklını aç bırakmışlardır. şimdi de desteklemek yerine kösteklerler. oysa ilahi kanun o çocukların önce sosyalleşmesini sonra o sosyal yapı içinden ideal eşini seçip onunla hayatı paylaşmasını istemektedir. bu şiddetli kanunu her kuşak ahlaksızlaşmak olarak algılayıp cahilcesine engellemeye çalışır. sonunda o küçük cennet çatırdamaya, damı ve kapısı dağılmaya başlıyor zannederler. oysa ebeveynlerin kendilerine hiç kimse bu küçük dünya cennetinin sabit olacağına dair söz vermemiştir. eflatundan beri binlerce yıldır tarihe hep "yeni nesil de amma bozuldu" diye yazmaktan geri kalmazlar, kendi gençliklerini unuturlar...

gençler birer bireydir. tecrübesiz de olsalar danışacak ve destekleyecek büyüklere hep ihtiyaç duyarlar. en dik başlı bile uygun ve münasip bir şekilde kendi ruhuna yakın meseleleri dinlerken uysal ve sevimli görünür. evet Kur'anı candan dinleyenleri yüzlerinden tanırsınız. bilmedikleri hayatın güzelliklerini keşfetmek kadar heyecanını bilenlerle paylaşmak çok keyiflidir. lakin ebeveynlerin gergin bakışları onları da ortamı da artık germektedir.

sonunda gerilim nefrete, nefret düşmanlığa, düşmanlık savaşa dönüşür. en korkulan olur: genç ve güzel kızın ahlaksızlığı kapalı tutulduğu odalarda geçmemiş, okutulan efsunlarla, götürüldüğü psikologlarla terapi görmemiş, şimdi bu azgın (!) hakkında ailesine bir leke bulaştırmadan halli için hüküm verilmiştir. o edepli ve Kur'anın sesini dinleyerek yuva kuran aileden, Kur'andan önceki karanlığın canavarları çıkmıştır.

burada iş fiile dökülmeden önce keşke ebeveynin içinde bulunduğu gergin durumda ona ulaşacak birileri olsa diyor insan... ona bağırsalar çağırsalar ağlasar ama sonraki adıma geçemeseler. ahlak hattı gibi onları cezbedecek bir hile bile olabilir, maksat o cahilliği caniliğe çevrilmeden engelleyebilmek...

Allahın dünya sınavını yaparken bizlerin ilmi dairesine giren kısımdan bizi sorguluyor olması çok güzel... bizi bizim gözlerimizden görüyor olması heyecan verici... iffeti konusunda derdi olmayan zaten zararı da olmayan genç kızın gözlerinden onu izleyip, dualarını en güzel şekilde cevaplayan, aynı anda ailesini izleyip onlara da yüzlerce küçük ihtarlarda bulunuyor. öfke gözlerini kör etmese görecekler...

kainata halife olarak gönderilmiş insanların kendi evladını kimliği yüzünden öldürdüklerini duymak çok yakışıksız. insanlığa hiç yakışmayan, islama yakışır mı? bu tertemiz küçük dünya cenneti aileyi niçin bu duruma düşmeden onlara ulaşamadık? Rabbimden bu hali bu ümmetten almasını diliyorum.

Kur'an gaybı malumla ders verir. yani bilmediğimizi bize öğretirken bildiklerimizden başlar. bu dersi alanlar yukarıdaki örneği okuyup sindirdiklerinde eşcinsel evlada sahip olmanın durumuna intikal ederler. dini milli ve cinsel tüm kimliklerle beraber düşünürler. kendi evlatlarını dinsiz, milliyetsiz, ahlaksız ilan edip damgalamadan ve onunla köprüleri yıkıp, savaş ilan etmeden yürekleri erir. ardındaki dehşeti görürler...

ebeveyn, evladının başına sümsük vurarak, döverek, odalarda kapalı tutarak değil; hal dili ile yaşayarak, sıcaklığını ve tecrübesini paylaşarak, sıkıntısında ilk adres kendisi olmasını sağlayarak evladına yararlı olur. onun düşmesini engelleyerek değil, düşünce kalkmasını sağlayan desteği vererek hayatı kolay eder. düşene vurulmaz, çünkü yerdeki kendi evladıdır. o evladını tanımayıp vuruyorsa, o zaman onun hukukunu kim koruyacaktır?

ilginç olan bir nokta da ebeveynin içinde gizli kalmış ve bastırdığı açlığının evladına miras kaldığıdır. çünkü o sebepsiz korkularla kaçındığı konuları hal dili ile evladına ders vermiş olur. rahat ve her konuda evladı ile dostane sohbet etmeyi başarabilenler evlatlarını kazanırlar.

artık bilgi çağına girdiğimiz bu günlerde evladına değil kötü muamele eden, onu ötekileştiren aile bile kalmamalı. ailenin korunması sanırım ailenin doğru analizinden başlayacaktır.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Nefretin Anatomisi

insanı dünyaya koyan sevgidir. kainatı var eden meylin, en büyük motivasyonu sevgi olduğu gibi...

sevgiyi görebilmek dikkat ister çünkü, bakılan yerde ya sevgi parlamış gitmiş, yada henüz parlayacaktır. sevginin o gülümseten ışıltısı her zaman görünmez. öte yandan tecrübe ile sabittir ki, her halin her tavrın her fiilin bir kemal hali, güzel hali, sevgiye layık bir seviyesi vardır. bunu tutturamayan ara basamaklar ise tarihe zenginlikler olarak geçer, alternatifler olarak geçer. geride hafızalarda tatlı hatıralar bırakır ve başka bir alemde yeniden hatırlanana dek tutulurlar.

nefret ise sevgi ışığını söndürmek isteyen bir karanlıktır. düşmanlık yapmak onun fiiller alemindeki adıdır. büyük alimler "düşmanlık"a düşman olmayı hayatlarının motosu kabul etmişler.

nefreti görebilmek için dikkate gerek yoktur. o parlayan sevginin arka fonundaki belirsiz siyahlıktır. insanı gülümseyişini yüzünde donduran o karanlık, kolayca heryeri işgal etmiş gibi görünebilir. bu sebeple gayrete gerek yoktur. nefretin içinde ataletten, tembellikten, vurdumduymazlıktan, cehaletten bolca sermaye bulunur. bu garip karışımla sevgiye ulaşma yollarında yürümüş de nihayete ulaşamamış tüm adımları zaptetmek ister. eğer sevginin o beyaz ışığı değilse, tüm gri geçişler de dahil her şey kendisinindir zanneder.

halbuki, tüm varlıklar, varolma kalitelerini sürekli daha yüksek bir basamağa taşımaya ittirilmekte, daha parlak olarak sevgiyi ışıldatmaya cezbedilmektedir.

her yaşam formu, tüm algıları ile hayatın şevki ile kemalat basamaklarını çıkar. her adımda hem çıkmaktan gelen o yükselişle kendi ferahlar ve sevgi ışığını gösterir hem de kendisi sevilmeye layık olur.

her idrak sahibi, kalbinde ekili binlerce gizli yeteneklerini başa gelen hadiselerle farkeder. kendisini okumaya ve kendisini izleyenlere okutmaya başlar. tanımak mertebeleri ilerledikçe sevginin de kıymetini anlar. ama hayatın içine karışmış gelen büyük bir sınava da yaklaşmaktadır. bu sınav onun nefretle savaşıdır. onunla savaşırken onun gibi olmak tehlikesini atlatabilmek ve sevgiye layık davranabilmek maalesef pek az insana nasip olur. çoğu o yolda yarım kalmış bir anı olurlar...

nefretle başa gelen bu hal bir musibet değildir. çünkü bazıları o sınavı doğru tavır göstererek atlatırlar. tüm izleyenlerin yüreklerine sevgi eker ve onları da parlatırlar. sevgi zorlukla yapılmış, en pahalı bir eser olarak o kazanılmış yüreklerde ışıldar.

bu en zor anın üzerinde durduğunuzda karanlığın her tarafı fırtınalı bir şekilde sardığı sönmek üzere olan o ışıkçık için durumun endişe verici olduğunu gözlemlersiniz. o anda ona verilecek en güzel kuvvet tesellidir.

gamlı yüreğe su serpmek tesellidir. hemen az bir zaman sonraki büyük aydınlanışa götürecek en büyük kuvvet tesellidir. kuvveti dağıtmayıp sabretmenin sırrı tesellidir. inayet ve yardımın yetişip, olayların tersine döndüğü ana taşıyacak en emin kurtarıcı tesellidir. İsa A.S.'a yüzünü yeryüzünden semaya çeviren, "ben gidiyorum, vakta ki tesellici gelsin" dedirten tesellidir. Peygamberimize A.S.M. "Allah indinde amellerin en faziletlisi (farzlardan sonra) Müslümanın kalbine sürur vermektir" dedirten tesellidir. teselli onun en büyük sıfatlarından birisi olmuştur.

teselli ile yarım kalan yollara devam takati gelir, yarım çıkılmış basamaklar kolaylaşır. bu ortaya konulan tembellikten sıyrılıştır, karanlıktan kurtuluştur. karanlık arkada kalırken artık tek hedef kemalatın aydınlığıdır.

insanın varlığını tanımlayan tüm özellikleri eğer başkaları ile de ortaklıklar içeriyor ise genel isimlerle adlandırılırlar. bu isimlere yakın olmak göreceli olsa da taşınan birer ünvan gibi olur. o ünvanlar o kişinin sıfatı haline gelir. sıfatlar başlıklar altında toplandığında ise kimlikler inşa edilmiş olur. dini kimliği onlarca alt metni ile tüm itikat alemi ifade eder. herkes farklı olduğu halde onu genel bir sınıfa sokar ve tabir eder. kimi zaman tavırlarına yön verir, kimi zaman hedeflerini ve önceliklerini düzenler. milli kimliği hayatın kolaylaşması için bir araya gelmekte ve gayretin ortaya çıkmasında onun iç dinamiklerini tarif eder. cinsel kimliği kemalat mertebelerini çıkarken teselli arayan gözlerinde ümidin parlamasını sağlayacak iletişimin kurulabilmesi için gerekli köprüyü açar.

bu arada karanlık da boş durmamaktadır. onu atalet karanlığına atabilmek için ümitsizliği, yolundan alıkoyabilmek için bezginliği ve sabırsızlığı, teselli köprülerini kesebilmek için ise nefreti kullanır.

nefret abes görmekle başlar. acayip karşılamak ve abes görmek aslında en son insana düşer. doğduğunda hayvanatın en muhtacı olan, yıllarca bakılmakla hayatı zar zor öğrenen, inada meyilli ve cahil olan insanın buna hakkı olmadığı halde kendisindeki emanet olan nefis ile kendini mükemmel görür, kendi dışındakileri abes görmeye meyl eder. acayip kabul etmek, durduk yerde hayal kırıklığına uğramak, sürekli bahar yağmuru gibi üzerine yağan, depresif hallerden hallere düşmek onu yorar. halbuki kendine biraz baksa kendindeki acizliği hissetse ve idrak etse, bu vicdani tavrı diğer insanlara uygulasa o zaman abes göreceği bir tavır kalmaz.

nefretin sonraki adımı ötekileştirmedir. insan insanı abes göre göre ötekileştirir. isim takar. onlar ve bizler bahsi hayatını işgal etmeye ve ruhunda siyahlık yayılmaya başlar. bu insana yapılacak en güzel tavır ise hediyeleşmektir. eskiler "el insanü abid ül ihsan" yani insan ikrama köledir demişler. henüz kökleşmeden onu doğru yönlendirmek böylece mümkün olur. eğer kendinde bu durumu hissediyor ise alacağı önlem tekrar etmektir. insan olduğunu, kul olduğunu tekrar etmektir. o tekrar ile tesbih etmektir. dilini kalbini varlığını tesbihat ile korumaktır.

nefretin sonraki adımı düşmanlıktır. eğer öteki ile bağlar hediye sevgileri ile tamir edilmezse, yönünü kemalattan, gözünün gördüğü ötekiye çevirir. ona en korkunç ismi takar yani ona "hasım" ve "düşman" olur. Sad-ı Şirazi "bu hayatın saadetini iki kelime kazandırır" der: "dostlarına karşı mürrüvetkarane muaşeret ve düşmanlarına karşı musalahakarane mudara". düşmana karşı, onu sıkıştırmadan barışçıl bir idare etme sanatını keşfetmek gerekir. eğer düşmanlığı kendimizde hissediyorsak, o zaman bir olmanın sırlarını tekrar keşfetmeli ve kalbimizdeki düşmanlığa düşmanlık etmeliyiz. bu da çok tefekkür ile başarılabilir.

çağımızda sevgi - nefret mücadelesi en son sınırına dayanmıştır. tüm kimlikler üzerinden ve bireysel toplumsal yada en geniş dairesi ile siyasal cephelerden büyük bir mücadele haline gelmişken bu dehşetin karşısında dini kimliğine hem muhtaç hem ürkek, milli kimliğine karşı hem sıkıntılı hem cahil, cinsel kimliğine karşı hem anlayışsız hem fanatik bir insanın durumu elbette çok zordur.

kısacık hayatımızda yazabildiğimiz küçük harflerden geriye sevgi kalabilmesi için, yol almaya çalıştığımız hayatta aydınlığa çıkabilmemiz için, birlikte yürüdüğümüz insanlardan teselli alabilmek ve teselli verebilmek için en hassas olmamız gereken nefretten uzak kalmaktır.

neferetten nefret eden ve sevgiyi seven bir yolda ilerlemeyi herkes için diliyorum.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Kur'anı tasdik eden filozoflar


internette çokca bulunmadığını düşündüğüm fakat çok kıymetli bir bahsi paylaşmak istiyorum. o da, erkek kadın eşcinsel zenci beyaz hintli demeden, tüm dünyanın yetiştirdiği en büyük zekaların, hayatlarını Kur'an aleyhinde geçirdikleri halde onun büyüklüğünü sonunda tasdik etmeleri ile ilgilidir.

Bediüzzaman Said Nursî, kırksekiz sene evvel Şam'da Câmi-i Emevî'de Hutbe-i Şamiye namındaki nutkunda dava etmiş ki: "İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur'andır." Gayet kuvvetli delillerle o davayı isbat etmiş. (Buna ait yazı; "Risale-i Nur Müellifi Said Nur" adlı eserde "İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur'andır" başlıklı yazının 74-75'inci sahifelerinde kısmen münderiçtir.) Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika'nın en meşhur filozoflarının, Kur'anın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitab olduğunu tasdik etmeleridir. Prens Bismark, Mister Karlayl gibi çoklarını bu davaya yüzer şahid göstermiş.

Sebilürreşad'ın 1 Nisan 1953 tarih, 167'nci sayısında intişar eden; Avrupa ve Amerika filozoflarının, en büyük âlimlerinin mühim bir kısmının, Kur'an hakkındaki sözleri, Said Nursî'nin elli sene evvelki davasına tasdikkârane bir ilânat hükmünde olmuş olduğundan, bu "Risale-i Nur Müellifi Said Nur" adlı esere ilhakı münasib olur.

Çünki اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ yani fazilet odur ki, düşmanlar da onu tasdik etsin. Mezkûr ilânatın aynısı naklediliyor:

O derece ki; bugünkü medenî cem'iyetler, Kur'anın yüksek hakikatlarını, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:
"Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır."
***
Prens Bismark da şöyle demişti:
"Ben Kur'anı her cihetten tedkik ettim. Her kelimesinde büyük hakikatlar gördüm. Sana muasır bir vücud olmadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!"

***
Bu da Kur'an mütercimi Doktor Maurice'in sözüdür:
"Bizans Hristiyanlarını içine düştükleri bâtıl itikadlar girivesinden, ancak Arabistan'ın Hira Dağı'ndan yükselen ses kurtarabilmiştir."
...
"Kur'an, hikmet-i ezeliyenin inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşerin refahı nokta-i nazarından, Kur'anın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ulvîdir. Kur'anın her gün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, her gün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı vardır."
***
Bunlar da garbın en benam mütefekkir ve âlimlerinin sözleridir:

"Kur'an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır." (Carlyle)
***
"Kur'anın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslarla öyle bir teşri' vücuda gelmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlık, bugünkü inkişafı fikrimizin seviyesinden daha yüksek bir dindir." (Meşhur İngiliz muharriri Edward Gibbon'un "Roma İmparatorluğu'nun inhitat ve sukutu" eserinden)
***
"Hâlık'ın hukuku ile mahlukun hukuku, ancak Müslümanlık tarafından tarif olunmuştur." (Marmadüke)

***
"Yeni keşfiyat yahut ilm ü irfanın yardımıyla hallolunan, yahut halline uğraşılan mesail arasında bir mes'ele yoktur ki, İslâmiyetin esaslarıyla taarruz etsin. Kur'an-ı Kerim ve talimi ile kavanin-i tabiiye arasında bir ahenk görülmektedir." (Levazaune)
***
"Kur'an, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi'dir." (Müsteşrik Sedio)
***
"Kur'an öyle bir sestir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir." (Doktor Johnson)
***
"Kur'anın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatindedir." (Carlyle)
***
"Kur'an, akaid ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakıyet temin eden esasatın mükemmel mecellesidir. Zaman ve mekân itibariyle birbirinden çok uzak, fikrî inkişaf itibariyle birbirlerinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden Kur'an, muhalefeti istihsana kalbeden Kur'an, muhtelif kavimleri medenî bir millet haline getiren Kur'an, en şâyan-ı hayret eser tanınmağa lâyıktır. Kur'an, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için, tetebbua şâyan en faydalı mevzu sayılır." (Meşhur İngiliz âlimi Doktor City Youngest)
***
"Kur'an bizâtihî daimî bir mu'cizedir. Bir mu'cize ki, ölüleri diriltmekten daha çok yüksektir. Bu mukaddes kitabın tâ kendisi, menşeinin semavî olduğunu isbata kâfidir." (Kur'anın münekkid ve mütercimi Corsele)

***
"Kur'an, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeğe hâdim olacak esasları muhtevidir. Kur'an sayesinde Müslümanlar devletler kurmuşlar, muazzam şehirler inşa etmişler; Avrupa'yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir." (İngiltere'nin en mutaassıb papazlarından G. M. Rodwell)
***
"İslâmiyet, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur'an, medeniyet cihanının istinad ettiği temelleri muhtevidir. Bu âlî din Avrupa'ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyet yer yüzünden kalkacak olursa, umumî müsalemeti devam ettirmeye imkân yoktur." (Meşhur Fransız müsteşriki Gaston Care'ın 1913'te Figaro gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa dünya müsalemetinin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkındaki meşhur makalesinden).
***
"Müslümanlığın talim ettiği medenî ve sıhhî esaslar sayesindedir ki, haşerat mahşeri olan Asya müdhiş bir tehlike olmaktan kurtulmuştur." (Alman âlimlerinden Jochahim Du Rulph
***
"Kur'anın ahlâkî ve medenî kaideleri ihtiva eden âyetleri, İslâmiyet'in muhteşem bünyanında altun bir kordon gibi işlenmiştir." (İngilizce Cembres Ansiklopedisi)
***
"Rasyonalizm, yani akliye kelimesinin müfadını, o tarihî ehemmiyetini tevsi' edebilirsek Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdakıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mekteb, rasyonalizm kelimesinin İslâmiyete tamamıyla mutabık olduğunu fehmeder." (Profesör Edward Monte, "Hristiyanlığın intişarı ve hasmı olan Müslümanlar" eserinden)
***
"Kur'an, bütün kuva-yı beşeriyenin, tılsımını çözmekten âciz kaldığı muazzam bir sırdır. İslâmiyet, canları, malları koruyan, hâkimiyeti altında yaşayan dinlere şâyan-ı hayret müsamaha gösteren bir dindir." (Kont Hanri de Katsri'nin "İslâmiyet" ünvanlı eserinden)
***
"Dünyada Kur'ana benzer bir kitab yoktur ve bu kitab hakikaten muhayyir-ül ukûldür. (Mister Marmadüke Picktahall'ın Londra'da "İslâmiyet ve Asrîlik" hakkında irad ettiği nutuktan)

***
"İslâm dinini kabul edenlerin adedi az zamanda 300 milyona varmış ve bu Müslümanlar, atlarının nallarıyla Roma İmparatorluğu'nu çiğnedikten sonra, mızraklarının ucu ile dalaleti kökünden istisal etmişler, nihayet şark ve garbın muazzam devletleri onların karşısında titremişti." (Fransız filozoflarından Alexy Levazaune'un nutuklarından)
***
"Hazret-i Muhammed gerçi ümmi idi, fakat cihana öyle bir kitab bırakmıştır ki; o bir nadire-i belâgat, bir mecelle-i ahlâk, bir kitab-ı mukaddestir." (Alexy Levazaune'un "Hayat-ı Hazret-i Muhammed" adlı eserinden)
***
"Kur'an, insanın dimağında şübheden, tezelzülden vâreste, canlı ve kuvvetli bir kanaat vücuda getirir." (Doktor Güstav Löbon)
***
"Kur'an... Bu, o kitabdır ki, onunla Müslümanlar Avrupa'ya hâkim olarak girmişlerdir. Fenikeliler Avrupa'ya tüccar, Yahudiler Avrupa'ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde; Müslümanlar Avrupa'ya hâkim olarak girmişler ve bu Müslümanlar, Kur'an yardımıyla Avrupa'ya irfan meş'alesini taşımışlardır. Filhakika Müslümanlar garblılara ve şarklılara felsefe, tıp, heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan'ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır." (Musevî âlimlerinden Emanoil Düeş, İngilizce "Kuvarterli Revyo" mecmuasının 254'üncü numarasında "İslâmiyet" serlevhasıyla yazdığı makaleden)

***
"Müslümanlık, Afrikalıları medenîleştirmiş, onları sanayi, ticaret vesair işleri inkişaf ettirmeğe sevk etmiştir. Müslümanların irşadıyla ve İslâmiyetin tesiriyle Afrika'nın her tarafında muhteşem şehirler tesis olunmuştur. Avrupa'lı seyyahlar buraları ziyaret ederek onları hemşehrilerine tavsif ettikleri zaman, Avrupalılar bunların ihtişamına inanmak istememişlerdi." (Profesör Tomas Arnold'un "İslâm Tebliği" adlı eserinden. Bu eser "İntişar-ı İslâm Tarihi" ünvaniyle merhum Halil Hâlid Bey tarafından tercüme olunmuş ve Âsâr-ı İlmiye Kütübhanemiz tarafından neşrolunmuştur.)
***
"İnsanlığa hizmet, Müslümanlığın şiarı ve medar-ı iftiharıdır. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlık cihanşümul uhuvvet esaslarını ihtiva ve muhafaza etmiştir. İnsanlık bu esası kabul ve onunla âmil olduğu zaman mes'ud olacaktır." (Hindistan'ın millî rüesasından Sarocni Neyda namındaki büyük kadının Londra'daki Voking câmiinde Müslümanlara hitaben irad ettiği ve İslâm Mecmuası'nın 1920 senesinin Kanunusanisi nüshasında intişar eden nutkundan)
***
"İslâm çocukları, tahsillerine Kur'anla başlıyorlar. Çünki Kur'an, bütün dinî, dünyevî hakikatların menbaıdır. Fakat bu mekteblerin yanlarında, yine Kur'anın ilhamıyla, felsefe ve hikmet medreseleri vücud bulmuş, bilâhere bu medreseler, dârülfünunlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki, Afrika'nın bugün bile dünyanın en karanlık noktası tesmiye olunan köşeleri fikrî, maddî terakkiler itibariyle muasırı olan Avrupa memleketlerinden çok yüksek bulunuyordu." (Müslümanların asrî medeniyet üzerindeki tesiratı hakkında bir nutuk irad eden H. S. Lider'in beyanatından)
***
"İslâmiyetin intişar ettiği sahalarda milletlerin seviyesini yükseltmek hususundaki büyük himmetlerini nazar-ı dikkate almamak mümkün değildir. Bu din sayesindedir ki, Afrika zencileri medeniyet ruhunu temsil edebilmişler ve aralarında adlî ve medenî idare tesis etmişlerdir. Müslümanlık bu akvam arasında bir hars ve bir medeniyet vücuda getirmiştir. İslâmiyetin istinadgâhı Kur'andır ve bu Kur'an bir berat-ı necattır." (Mister Y. Moreyl'in 1922 de "Şimal Nicer" hakkındaki irad ettiği nutuktan.)

***
"Kur'anın Medine'de nâzil olan âyetleri, İslâm cem'iyetini idare eden ve doğru yola sevk eden âyetlerdir." (Stanley Lenpal'in "Kur'andan İntihablar" adlı eserinden)
***
"Kur'an dün olduğu gibi, bugün de mütemadiyen mütezayid insan kitlelerinden sadakat ve teslimiyetle karşılanmaktadır. Kur'an, putperestlik aleyhinde müttehid bir cephe vücuda getirmiştir." (J. T. Batani'nin "Müslümanlık ve Akdeniz diyanetleri" adlı eserinden)
***
"Müslümanları medeniyet, hendese, heyet, mimarî, sanayi-i nefise ve felsefeyi inkişafa sevk eden zaferler, ancak Kur'anın insanları birleştirerek onları fazl-ü irfan servetini elde etmeye sevk etmesinden ileri gelmektedir." (İngiltere'nin en büyük mütefekkir ve muharrirlerinden H. G. Vels)
***
"Müslümanların dini, Kur'an dinidir. Bu din, müsalemet, emniyet ve huzur dinidir." (Piskopos Volter Meron'un "Müsalemete en doğru yol" adı ile Petersburg kilisesinde irad ettiği konferanstan)
***
"Kur'anda siyasî riyakârlığı zerre kadar ifade eden hiçbir kelime yoktur. West Minister gazetesinin pek haklı olarak söylediği vechile, şarkta müstebid hükümdarları ve cebbarları zulüm ve ceberuttan men'eden bir şey varsa; o da onların karşılarında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur'an âyetidir." (Ud Frey Hicts)
***
"Kur'an, ihraz ettiği neticeler ve en muktedir iyi insanların dimağları üzerinde icra ettiği tesirlerle muhakeme olunduğu zaman, dünyanın en mukaddes ve en mükemmel kitabı olduğu anlaşılır." (Leonard'ın "İslâmiyet ve ahlâkî ve ruhanî kıymeti" eserinden)

***
"Kur'anın kadr ü kıymetini, azametini, faziletini ve birçok nokta-i nazarlardan güzelliğini inkâr etmek, akıl ve mantıktan mahrum olmak olur." (Londra'da intişar eden Near East "Şark-ı Karib" mecmuasının 13 Nisan 1922 tarihli nüshası)
***
"Son bin üç yüz senelik buhranlar ve ihtilaller içinde Kur'an Türklerin, İranlıların ve Müslüman Hindlilerin kitabı olarak payidar olmuştur." (Edvar Denison Ros'un "Sel"in Kur'an tercümesinin son tab'ına yazdığı mukaddemeden)
***
"Kur'an insanlara mükemmel bir terbiye dersi verdikten başka, onlara hayat-ı hususiyelerinde ahlâklı, âlîcenab, hayırperver, cesur ve şeci' olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir." (Mister Arnold Havayt, İslâm Mecmuası, 1916 senesi Mayıs nüshası)
***
"Hakikat-ı halde imanın hakikî kitabı, fikre itminan veren kitab, ancak Kur'andır." (Prencapta Siyh mezhebinin müessisi Baba "Nanak"ın Genem Sakihi adlı eserinden)
***
"Müslümanlık, medeniyetin meş'alkeşi olan Kur'ana müsteniddir. İslâmiyetin başlıca hususiyeti, hars ve medeniyetin esası, belki de en büyük rüknü olmaktır." (Doktor İshak Teylor'un Times gazetesinde intişar eden bir konferansından)
***
"İslâmiyetin başlıca muvaffakıyeti, esasatını tatbike muvaffak olmasıdır." (Herbert)
***
"Kur'an her asırda izini bırakmağa namzeddir." (Mister Rodwell, Kur'anın İngilizce mütercimi)
***
"İslâm orduları Suriye'yi fethettikleri, yahut muzaffer bayraklarını Afrika'ya diktikleri, yahut Karadeniz'e vardıkları zaman, Kur'an hep beraberlerinde idi. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar fethettikleri memleketlerde mezalim irtikâb etmemişler ve bir millete Müslümanlığı kabul ettirmek için onu kılıçtan geçirmemişlerdir." (Bolinson)
***
"Kur'an, Müslümanlara bir faikiyet hissi vermiştir. Bu öyle bir histir ki, büyük milletleri terakkiye sevk eden en büyük kudret olmuştur." (Profesör Margolyt'un "Muhammedîlik" eserinden)


işarat'ül i'cazın son bölümünde olan filozofların beyanatı:

Prens Bismarck (Bismark)'ın Beyanatı
Sana muasır bir vücud olamadığımdan müteessirim ey Muhammed! (A.S.M.)

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı lahutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitabları tam ve etrafıyla tedkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cem'iyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (A.S.M.) Kur'anı, bu kayıddan âzadedir. Ben Kur'anı her cihetten tedkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (A.S.M.) düşmanları, bu kitab Muhammed'in (A.S.M.) zade-i tab'ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlara göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kabil-i te'lif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (A.S.M.)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitab, senin değildir; o lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.

Prens Bismarck
***
En Temiz ve En Doğru Din Müslümanlıktır
Meşhur muharrir, müsteşrik, Edebiyat-ı Arabiye mütehassısı ve Kur'an-ı Kerim'in mütercimi Doktor Maurice (Moris) şöyle diyor:

Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden, ancak Arabistan'ın Hira Dağı'nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik bir fâzıl, şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: "Bu dinde mukaddes sular, şâyan-ı teberrük eşya, esnam ve azizler, yahud a'mal-i sâlihadan mücerred imanı müfid tanıyan akideler, yahud sekerat-ı mevt esnasında nedametin bir faide vereceğini ifade eden sözler, yahud başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünki bu gibi akideler, onları kabul edenleri alçaltmıştır."
***

Zamanlar Geçtikçe, Kur'anın Ulvî Sırları İnkişaf Ediyor
Doktor Maurice (Moris), Le parler Française Roman (Löparle Franses Roman) ünvanlı gazetede Kur'anın Fransızca mütercimlerinden Selman Runah'ın tenkidatına verdiği cevabda diyor ki:

Kur'an nedir? Her tenkidin fevkinde bir fesahat ve belâgat mu'cizesidir. Kur'anın, üçyüzelli milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her manayı hüsn-ü ifade etmesi itibariyle, münzel kitabların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hâyır, daha ileri gidebiliriz: Kur'an, kudret-i ezeliyenin, inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur'anın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ziyade ulvîdir. Kur'an, arz ve semanın Hâlıkına hamd ü şükranla doludur. Kur'anın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi haiz olduğu kabiliyete göre sevk ve irşad eden Zât-ı Kibriya'nın azametinde mündemicdir. Edebiyat ile alâkadar olanlar için Kur'an, bir kitab-ı edebdir. Lisan mütehassısları için Kur'an, bir elfaz hazinesidir. Şâirler için Kur'an, bir ahenk menbaıdır. Bundan başka bu kitab; ahkâm ve fıkıh namına bir muhit-i maariftir. Davud'un (A.S.) zamanından, Jan Talmus'un devrine kadar gönderilen kitabların hiçbiri, Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle muvaffakıyetli bir şekilde rekabet edememiştir. Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları, hayatın hakikatını kavramak nokta-i nazarından ne kadar tenevvür ederlerse, o derece Kur'an ile alâkadar oluyorlar ve ona o kadar ta'zim ve hürmet gösteriyorlar.

***
Müslümanların Kur'ana hürmetleri daima tezayüd etmektedir. İslâm muharrirleri, Kur'an âyetlerini iktibas ile yazılarını süslerler ve o yazılar o âyetlerden mülhem olurlar. Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibariyle yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur'ana istinad ettiriyorlar. Müslümanlar, kitablarına âşıktırlar ve onu kalblerinin bütün samimiyetiyle mukaddes tanırlar. Halbuki kütüb-ü İlahiyeye nâil olan diğer milletler, ne kitablarına ehemmiyet verirler ve ne de onlara hürmet gösterirler. Müslümanların Kur'ana hürmetlerinin sebebi; bu kitab payidar oldukça, başka bir dinî rehbere arz-ı ihtiyaç etmeyeceklerini anlamalarıdır. Filhakika Kur'anın fesahat, belâgat ve nezahet itibariyle mümtaziyeti, Müslümanları başka belâgat aramaktan vâreste kılmaktadır. Edebî dehaların ve yüksek şâirlerin, Kur'an huzurunda eğildikleri bir vakıadır. Kur'anın hergün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, hergün daha fazla anlaşılan fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde üstad olan müslümanları, üslûbunun nezahet ve ulviyeti huzurunda diz çökmeye mecbur etmektedir. Müslümanlar, Kur'anı tâ rûz-u haşre kadar payidar kalacak kıymet biçilmez bir hazine addeylerler ve onunla pek haklı olarak iftihar ederler. Müslümanlar, Kur'anı en fasih sözlerle, en rakik manalarla coşan bir nehre benzetirler. Şayet Monsieur Renaud (Mösyö Reno), İslâm âlemiyle temas etmek fırsatını elde edecek olursa, münevver ve terbiyeli Müslümanların, Kur'ana karşı en yüksek hürmeti perverde ettiklerini ve onun evamir-i ahlâkiyesine fevkalâde riayetkâr olduklarını ve bunun haricine çıkmamağa gayret ettiklerini görürdü. Yeni nesiller ve asrî mekteblerin me'zunları da, Kur'ana ve Müslümanlığa karşı müstehziyane bir cümlenin sarfına tahammül etmemektedirler. Çünki Kur'an, iki sıfatla bu ehliyeti haizdir:

Bunların birincisi: Bugün ellerde tedavül eden Kur'anın Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) vahiy olunan kitabın aynı olmasıdır. Halbuki İncil ile Tevrat hakkında birçok şübheler ileri sürülmektedir.

İkincisi: Müslümanlar, Kur'anı Arabçanın en kuvvetli muhafızı ve esasat-ı diniyenin amelî bir mahiyet almasının en kuvvetli menbaı telakki ederler. Binaenaleyh Monsieur Renaud (Mösyö Reno) eserini tashih edecek olursa, bu tercümesiyle, insanları tenvir hususunda insanlığa büyük bir muavenette bulunur ve bâtıl itikadların hududlarını tar u mar etmeye hâdim olur.

Doktor Maurice

***
(Nur Çeşmesi'nde ve Risale-i Nur'da yazılan bu nevi feylesoflardan kırk altıncısıdır.)
Zât-ı Kibriya hakkındaki âyetlerin ulviyeti ve Kur'anın kudsî nezaheti

Mister John Davenport, "Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim" ünvanlı eserinde Kur'an-ı Kerim'den bahsederken, şu sözleri söylüyor:
Kur'anın sayısız hususiyetleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir:
1- Zât-ı Kibriya'yı ifade eden âyâtın ahengindeki ulviyettir. Kur'an-ı Kerim, beşerî za'flardan herhangi birisini Zât-ı Kibriya'ya isnaddan münezzehtir.
2- Kur'an -başından sonuna kadar- gayr-ı belig, gayr-ı ahlâkî, yahud terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.
Halbuki bütün bu nakîsalar, Hristiyanların ellerindeki muharref kitab-ı mukaddeste mebzuliyetle vardır.

John Davenport
***
Kur'an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur
Carlyle (Karlayl) şöyle diyor:
Kur'anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur'an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.
Carlyle
***
Müslümanlık, tecessüd ve teslis akidesini reddeder
İngiltere'nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon (Edvor Gibon) "Roma İmparatorluğu'nun İnhitat ve Sukutu" adlı eserinde şöyle diyor :
Ganj Nehri ile Bahr-ı Muhit-i Atlasî (Atlas Okyanusu) arasındaki memleketler, Kur'anı bir kanun-u esasî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımışlardır. Kur'anın nazarında, satvetli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur'an bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşri' vücuda getirmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlığın esasatı; teslisiyet ve Allah'ın tecessüdiyetini ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Bu mutasavvıfane akideler üç kuvvetli uluhiyetin mevcudiyetini ve Mesih'in Allah'ın oğlu -hâşâ- olduğunu öğretmektedir. Fakat bu akideler, ancak mutaassıb Hristiyanları tatmin edebilir. Halbuki Kur'an bu gibi karışıklıklardan, ibhamlardan âzadedir. Kur'an, Allah'ın birliğine en kuvvetli delildir. Feylesofane bir dimağa mâlik olan bir muvahhid, İslâmiyetin nokta-i nazarını kabul etmekte hiç tereddüd etmez. Müslümanlık belki bugünkü inkişaf-ı fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.
Edward Gibbon
***
Hâlıkın hukukuyla mahlukatın hukukunu en mükemmel surette ancak Müslümanlık tarif etmiştir.
Kur'anın telkin ve Hazret-i Muhammed'in tebliğ ettiği esasattan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücud bulur. Esasat-ı Kur'aniyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah'a takarrüb etmek isteyen insanları Cenab-ı Hakk'a rabtettiğini inkâr etmek mümkün değildir. Hâlık'ın hukuku ile mahlukun hukuku, ancak müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar.
Marmadüke Picktahall (Marmadük Piktol)
***
Kur'an ile kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk vardır
Yeni keşfiyatın veyahud ilm ü irfanın yardımıyla hallolunan yahud halline uğraşılan mesail arasında bir mes'ele yoktur ki; İslâmiyetin esasatıyla taâruz etsin. Bizim, Hristiyanlığı kavanin-i tabiiye ile te'lif için sarfettiğimiz mesaîye mukabil, Kur'an-ı Kerim ve Kur'anın talimiyle kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur'an, her hürmete şâyan olan eserdir.
Levazaune (Lövazon)
***
Kur'an, bütün iyilik ve fazilet esaslarını muhtevidir. İnsanı her türlü dalaletlerden korur.
Kur'an, insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlukatın Hâlık'tan ne bekleyeceğini, mahlukatın Hâlık'la münasebatını en sarih şekilde öğretmiştir. Kur'an ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi'dir. Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın mahiyet-i hakikiyesi, hülâsa her mevzu Kur'anda ifade olunmuştur. Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar.. bunların hepsi Kur'anda vardır. Kur'an, insanı iktisad ve itidale sevkeder, dalaletten korur, ahlâkî za'fların karanlığından çıkarır, teâlî-i ahlâk nuruna ulaştırır; insanın kusurlarını, hatalarını i'tilâ ve kemale kalbeyler.
Müsteşrik Sedio
***
Kur'an öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar!..
Kur'an şiir midir? Değildir, fakat onun şiir olup olmadığını tefrik etmek müşkildir. Kur'an şiirden daha yüksek bir şeydir. Maamafih Kur'an ne tarihtir, ne tercüme-i haldir, ne de İsa'nın (A.S.) dağda irad ettiği mev'ize gibi bir mecmua-i eş'ardır. Hattâ Kur'an, ne Buda'nın telkinatı gibi bir mâba'de-t tabiiye yahud mantık kitabı, ne de Eflatun'un herkese irad ettiği nasihatlar gibidir. Bu bir Peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar! Bu sesin tebliğ ettiği din, evvelâ naşirlerini bulmuş, sonra teceddüdperver ve imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir. Bu sayededir ki; Yunanistan ile Asya'nın birleşen ışığı, Avrupa'nın zulümat-âbâd olan karanlıklarını yarmış ve bu hâdise, Hristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vuku' bulmuştur.
Dr. Johnson
***
Kur'anın cihanşümul hakikatı:
Kur'an, Allah'ın birliğine inanmak hakikat-ı kübrasını ilân eder
İngilizce-Arabca, Arabca-İngilizce lügatların muharriri Doktor City Youngest (Siti Yangest) Kur'an hakkında şu sözleri söylüyor:
Kur'an, insanların yed-i istifadesine geçen eserlerin en büyüklerinden biridir. Kur'anda büyük bir insanın hayal ve seciyesi, en vâzıh şekilde görülmektedir. Carlyle "Kur'anın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatındadır" dediği zaman, şübhesiz doğru söylemişti. Muhammed'in (A.S.M.) doğruluğu, faaliyeti, hakikatı taharride samimiyeti, sarsılmayan azmi, imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakikatı dinletmek yolundaki sebatı; bana kalırsa onun o cesur ve azimkâr peygamberin hâtem-i risalet olduğunun en kat'î ve en emin delilleridir. Kur'an akaid ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakıyet temin eden esasatın mükemmel mecellesidir. Bütün bu esasatın üss-ül esası, âlemin bütün mukadderatını yed-i kudretinde tutan Zât-ı Kibriya'ya imandır.
...
Allah'ın birliğine iman etmek hakikat-ı kübrasını ilân ediyorken, Kur'an lisan-ı belâgatın en yükseğine ve nezahetin şâhikasına varır. Kur'an Allah'ın iradesine itaatı, Allah'a isyanın neticelerini izah ederken, insanların muhayyilesini elektrikleyen en seyyal lisanı kullanır. Resul-i Kibriya'ya teselli vermek ve onu teşvik etmek, yahud halkı sair peygamberlerin ahvaliyle, milletlerinin akibetiyle korkutmak îcab ettiği zaman, Kur'anın lisanı en kat'î ciddiyeti almaktadır. Madem ki Kur'anın birbirine düşman kabileleri, yekdiğeriyle mücadele eden unsurları derli toplu bir millet haline getirdiğini, onları eski fikirlerinden daha ileri bir seviyeye yükselttiğini görüyoruz; o halde belâgat-ı Kur'aniyenin mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünki Kur'anın bu belâgatı, vahşi kabileleri medenî bir millet haline getirmiş; dünyanın eski tarihine yeni bir kuvvet ilâve etmiştir. Zaman ve mekân itibariyle birbirinden çok uzak oldukları gibi, fikrî inkişaf itibariyle de birbirinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden ve muhalefeti hayrete ve istihsana kalbeden Kur'an, en şâyan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur'an, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için tetebbua şâyan en faideli mevzu sayılır.
Doktor City Youngest
***
Kur'anın lisanı, nezahet ve belâgat itibariyle nazirsizdir. Kur'an bizâtihî muhteşem bir mu'cizedir
Kur'anın mutaassıb münekkidi ve mütercimi Corsele (Korsel) diyor ki:
Kur'an, Arabcanın en mükemmel ve pek mevsuk bir eseridir. Müslümanların itikadı veçhile; bir insan kalemi, bu i'cazkâr eseri vücuda getiremez.
...
Kur'an bizâtihî daimî bir mu'cizedir; hem öyle bir mu'cize ki, ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin semavî olduğunu isbata kâfidir. Muhammed (A.S.M.) bu mu'cizeye istinaden, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir. Arabistan'ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şâir ve hatiblere meydan okuyan Kur'an, bir âyetine bir nazire istemiş; hiçbir kimse bu tahaddîye karşı gelememişti. Burada yalnız bir misal irad ederek, bütün büyük adamların, Kur'anın belâgatına baş eğdiklerini göstermek isterim.

Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) zamanında, Arabistan şâirlerinin şehriyarı Şâir Lebid idi. Lebid, muallakattan birinin nâzımıdır. O zaman putperest olan Lebid; Kur'anın belâgatı karşısında lâl kalmış, bu belâgatı en güzel sözlerle ifade etmişti. Kur'anın belâgatı karşısında hayran kalan Lebid, Müslümanlığı kabul etmiş, Kur'anın ancak bir peygamber lisanından duyulacağını söylemiştir.

Kur'anın lisanı belig ve hârikulâde seyyaldir. Cenab-ı Hakk'ın şan ve celaletini, azamet sıfatlarını ifade eden âyetlerin ekserisi, müstesna bir güzelliği haizdir. Kur'anı bîtarafane tercümeye gayret ettim ise de; kari'lerim, Kur'anın metnini sadakatkârane bir ifadeye muvaffak olamadığımı göreceklerdir. Bu kusuruma rağmen kari'ler tercümemde bahis mevzuu ettiğim muhteşem âyetlerin birçoklarını okuyacaklardır.
Corsele
***
Kur'an, beşeriyete İlahî bir lütuftur. Kur'an, muzaffer cumhuriyetler meydana getirmiştir.
Kur'an âyetlerini nüzul tarihine göre tercüme ve tertib eden İngiltere'nin en mutaassıb papazlarından Rodwell (Radvel), şu hakikatları itiraf ediyor:
Kur'an Arabistan'ın basit bedevilerini öyle bir istihaleye uğratmıştır ki, bunların âdeta meshur olduklarını zannedersiniz. Hristiyanların telakkisine göre Kur'anın nâzil olmuş bir kitab olduğunu söyleyecek olsak bile, Kur'an putperestliği imha, Allah'ın vahdaniyet akidesini tesis, cinlere, perilere, taşlara ibadeti ilga, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri izale, bütün hurafeleri istîsal, taaddüd-ü zevcatı tahdid ile, bütün Arablar için İlahî lütuf ve nimet olmuştur. Kur'an bütün kâinatı yaratan, gizli ve aşikâr herşeyi bilen Kadir-i Mutlak sıfatıyla Zât-ı Kibriya'yı takdis ve tebcil ettiğinden, her sitayişe şâyandır.
Kur'anın ifadesi veciz ve mücmel olmakla beraber; en derin hakikatı, en kuvvetli ve mülhem hikmeti takrir eden elfaz ile söylemiştir. Kur'an, devamlı memleketler değilse de, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevi olduğunu isbat etmiştir. Kur'anın esaslarıyladır ki; fakr u sefaletleri ancak cehaletleriyle kabil-i kıyas olan, susuz ve çıplak bir yarımadanın sekenesi, yeni bir dinin, hararetli ve samimî sâlikleri olmuşlar, devletler kurmuşlar, şehirler inşa etmişlerdir. Filhakika Müslümanların heybetidir ki; Fesdad, Bağdad, Kurtuba, Delhi bütün Hristiyan Avrupa'yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir.
Rodwell
***
Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir; cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir
Fransa'nın en maruf müsteşriklerinden Gaston Care (Gaston Kar), 1913 senesinde Figaro Gazetesi'nde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsalemetin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:
"Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur'an, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir. O kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından vücud bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakika bu âli din; Avrupa'ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyetin bu faikiyetini teslim ederek, ona medyun olduğumuz şükranı tanımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şekk ve şübhe yoktur."

Fransız muharriri, daha sonra Kur'anın umumî müsalemeti muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki:

İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır.. buna imkân yoktur!
Gaston Care
***
Kur'an Bütün Dinî Kitablara Faiktir
Alman âlimlerinden ve müsteşriklerinden Jochahim Du Rulph (Yoahim Dü Raf) Kur'anın sıhhate verdiği ehemmiyetten bahsederken şu sözleri söylüyor:
İslâmiyetin şimdiye kadar Avrupa muharrirlerinden hiçbirinin nazar-ı dikkatini celbetmeyen bir safhasını bahis mevzuu etmek istiyorum. İslâmiyetin bu safhası, onun sıhhatı muhafaza için vukubulan emirleridir. Evvelâ şunu itiraf etmek lâzımdır: Kur'an, bu nokta-i nazardan bütün dinî kitablara faiktir. Kur'anın tarif ettiği basit fakat mükemmel sıhhî kaideleri nazar-ı dikkate alırsak; bu mukaddes kitab sayesinde bütün dünyanın bazı kısımlarıyla, haşerat mahşeri olan Asya'nın, müdhiş bir tehlike olmaktan kurtulduğunu görürüz. Müslümanlık nezafeti, temizliği, nezaheti bütün sâliklerine farz etmekle, birçok tahribkâr mikropları imha etmiştir.
Jochahim
***
Kur'an âyetleri İslâmiyetin muhteşem bünyesinde altun bir kordon gibi işlenmiştir
Sembires Encyclopedia namıyla intişar eden İngilizce muhit-ül maarifte, Müslümanlıktan şu suretle bahsolunmaktadır:
İslâm Peygamberinin seciyesini aydınlatan Kur'an âyetleri, son derece mükemmel ve son derece müessirdir. Bu kısım âyetler, Müslümanlığın ahlâkî kaidelerini ifade eder. Fakat bu kaideler, bir-iki sureye münhasır değildir. Bu âyetler, İslâmiyetin muhteşem bünyanında, altundan bir kordon gibi işlenmiştir. İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur'an tarafından en şiddetli surette takbih olunmuş ve bunlar, reziletin tâ kendisi tanınmıştı. Diğer taraftan hüsn-ü niyet sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, hayâ, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisad, doğruluk, istikamet, sulhperverlik, hakperestlik, herşeyden fazla Cenab-ı Hakk'a itimad ve tevekkül, Allah'a itaat... Müslümanlık nazarında hakikî iman esasları ve hakikî bir mü'minin başlıca sıfatları olarak gösterilmiştir.
***
Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsalidir
Profesör Edward Monte, "Hristiyanlığın İntişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar" ünvanlı eserinin 17 ve 18'inci sahifelerinde diyor ki:
Rasyonalizm, yani akliye kelimesinin müfadını ve tarihî ehemmiyetini tevsi' edebilirsek, Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık misdakıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mekteb, rasyonalizm kelimesinin, İslâmiyete tamamıyla mutabık olduğunu teslim etmekte tereddüd etmez. Resul-i Ekrem şuur ve idrak timsali olduğu, dimağının iman ışıkları ve kâmil bir yakîn ile pürnur olduğu muhakkaktır. Resul-i Ekrem muasırlarını aynı heyecanla alevlemiş, bu sıfatlarla techiz etmiştir. Hazret-i Muhammed (A.S.M.), başarmak istediği ıslahatı, İlahî bir vahiy olarak takdim etmiştir. Bu, İlahî bir vahiydir. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) dini ise, akıl kaidelerinin ilhamlarına tamamıyla muvafıktır. Ehl-i İslâm'a göre İslâmiyetin esas akaidi, şu suretle hülâsa olunabilir: Allah birdir, Muhammed (A.S.M.) onun peygamberidir. Filhakika İslâmiyetin esaslarını sükûnetle ve derin bir teemmül ile tedkik ettiğimiz zaman, bunların Allah'ın birliğine ve Muhammed'in (A.S.M.) risaletine, sonra haşr ü neşre ve itikada müntehi olduklarını görürüz. Bizzât dinin esasları tanınan bu iki akide, bütün dindar insanlarca akıl ve mantığa müstenid telakki olunmakta ve bunlar Kur'anın akidelerinin hülâsası bulunmaktadır. Kur'anın ifadesindeki sadelik ve berraklık, Müslümanlığın intişar ve i'tilâsını bilâ-tevakkuf temadi ettiren saik kuvvet olmuştur. Resul-i İslâm tarafından tebliğ olunan mukaddes talimatın cihanşümul terakkisine rağmen, Müslümanların ilham kaynağı ve en kuvvetli ilticagâhı Kur'an olmuştur. En takdiskâr ve kanaatbahş bir lisanla, başka bir kitab-ı münzelin tefevvuk edemeyeceği bir ifade ile takrir eden kitab, Kur'andır. Bu kadar mükemmel ve esrarengiz, her insanın tedkikine bu kadar açık olan bir din; muhakkak insanları kendisine meclub eden i'cazkâr kudreti haizdir. Müslümanlığın bu kudreti haiz olduğunda şübhe yoktur.
Edward Monte

Mektubat 19. Mektub Mu'cizat-ı Ahmediye (a.s.m) Zeylinin birinci parçası

En mühim bir ceride-i İslâmiyede, umum âlem-i İslâma taalluk eden ve gayet ehemmiyetli siyasîlerden ve hayat-ı içtimaiye ile çok alâkadar olan umum hukukçulardan 1927 senesinde Avrupa'da toplanan bir kongrede mühim ecnebi feylesoflar, şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) dair bu aşağıda yazılan Arabî fıkranın aynını kendi lisanlarıyla söylemişler. O Arabî ceridenin naklettiği Arabî ifadeyi aynen yazıyoruz ve tercümesini de Arabî ifadenin altına ilâve ediyoruz. Nur Çeşmesi'nin âhirinde yazılan ecnebi feylesoflardan kırküç tanesinin beyanatı, bu iki kahraman feylesofun beyanatıyla kırkbeş tane şahid-i sadık oluyor.

اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ "Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin."
Arabî ceridenin beyanatı:

وَقَدْ اِعْتَرَفَ حَتَّى عُلَمَاءُ الْغَرْبِ بِسُمُوِّ مَبَادِى اْلاِسْلاَمِ وَصَلاَحِهَا لِلْعَالَمِ... قَالَ عَمِيدُ كُلِّيَّةِ الْحُقُوقِ بِجَامِعَةِ ڤِييَنَا َاْلاُسْتَاذُ شَبُولْ فِى مُوءْتَمَرِ الْحُقُوقِيِّينَ الْمُنْعَقَدِ فِى سَنَةِ ۱۹۲۷ اِنَّ الْبَشَرِيَّةَ لَتَفْتَخِرُ بِاِنْتِسَابِ رَجُلٍ كَمُحَمَّدٍ ( ع ص م ) اِلَيْهَا اِذْ اِنَّهُ رَغْمَ اُمِّيَّتِهِ اِسْتَطَاعَ قَبْلَ بِضْعَةِ عَشَرَ قَرْنًا اَنْ يَاْتِى بِتَشْرِيعٍ سَنَكُونُ نَحْنُ اْلاَوْرُوبَا ئِيِّينَ اَسْعَدَ مَا نَكُونُ لَوْ وَصَلْنَا اِلَى قِيْمَتِهِ بَعْدَ اَلْفَىْ عَامٍ


وَ قَالَ بَرْنَارْد شَوْ لَقَدْ كَانَ دِينُ مُحَمَّدٍ ( ع ص م ) مَوْضِعَ التَّقْدِيرِ السَّامِى دَا ئِمًا لِمَا يَنْطَوِى عَلَيْهِ مِنْ حَيَوِيَّةٍ مُدْهِشَةٍ ِلاَنَّهُ عَلَى مَا يَلُوحُ لِى هُوَ الدِّينُ الْوَحِيدُ الَّذِى لَهُ مَلَكَةُ الْهَضْمِ ِلاَطْوَارِ الْحَيَاةِ وَ اَرَى وَاجِبًا اَنْ يُدْعَى مُحَمَّدٌ ( ع ص م ) مُنْقِذَ اْلاِنْسَانِيَّةِ وَ اَعْتَقِدُ اَنَّ رَجُلاً مِثْلَهُ اِذَا تَوَلَّى زَعَامَةَ الْعَالَمِ الْحَدِيثِ نَجَحَ فِى حَلِّ مُشْكِلاَتِهِ الْمُخْتَلِفَةِ وَالَّذِى يَسْتَطِيعُ لِذَلِكَ اَنْ يَجْذِبَ اِلَيْهِ كُلَّ جَيْلٍ مِنَ النَّاسِ وَاَحَلَّ فِى الْعَالَمِ السَّلاَمَةَ وَالسَّعَادَةَ ( يَعْنِى الْمُسَالَمَةَ وَالصُّلْحَ الْعُمُومِىَّ ) وَمَا اَشَدَّ حَاجَةَ الْعَالَمِ اَلْيَوْمَ اِلَيْهَا ...

Tercümesinin bir hülâsası:
Evet garb üleması ve feylesofları itiraf ve ikrar etmişler ki: "İslâmiyetin kanunları, yüksek bir tarzda âlemin ıslahına kâfidir."
Hem Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: "Muhammed'in (A.S.M.) beşeriyete intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmi olmasıyla beraber, onüç asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki; biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes'ud, en saadetli oluruz."
İkincisi veyahut Nur Çeşmesi'nin âhirine ilâve edilenlerle kırkbeşincisi olan Bernard Shaw demiş: "Din-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı temin etmesidir. Bana açılan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yani, ıslah ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beşere vâcibdir ki desin: "Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halaskârıdır. Ve halaskârlık namı, ona verilmek lâzımdır."
Hem diyor: "Ben itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müşkilâtını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar!"

26 Nisan 2010 Pazartesi

Birlik olma sırları 2


ticaret hayatı zorludur. kıymetini bildiği bir malı satmak, kalpten parça koparmak gibidir, o sebeple satan duygusaldır. mal almak emeğinin karşılığını heba etmek gibidir, o sebeple alan da duygusaldır. işte ticaret bu iki uçtaki duygunun dokunduğu yerde ortaya çıkar. bu emniyet ve asayiştir. eğer karşılıklı güven oluşmuş ise ticaret doğar.

toplumsal hayat zorludur. içinizden gelenleri çevreye ifade edebilmek cesaret ister, halbuki çevre duyarsızdır. sosyal çevrenin öngörü ve tavsiyelerini tutmak cesaret ister, halbuki cesaret bir tarafa benliğin heyecanı ayaktadır. işte toplumla alışveriş, kişinin çevresi ile iletişimi bu iki ucun dokunduğu yerde ortaya çıkar. bu karşılıklı güvendir.

baştan riskli de gelse anlaşma ve uzlaşı olduğu anda taraflar kazanırlar. günümüzün herşeye muhtaç ama hiç bir ihtiyacını tek başına tam karşılayamayan insanı için kabul etmesi gereken en önemli karar budur. birbirine güvenmeyi öğrenmek...

değil mi ki, bu ülkede bu okullarda yetişmiş, bu ülkenin çorbasını içmiş... o zaman kalemi eline aldığında dirayetini, kılıcı eline aldığında şecaatini, kahramanlığını iftiharla gösterir. arada çıkan isitisnalar yurdumu durdurmaya yetmez.

toplumsal katmanların isimlendirilmesi yardımlaşmanın paydasını belirlemek içindir. kimlikler ortak paydayı ilan etmek içindir. yine bu toprağın çocuğu olan diğerleri ile bir araya gelmek içindir.

hukukta bu kimliklerin renkler olduğuna ve özün insan olmakla birbirine denk olduğuna göre hükmedilir. Hz. Ali ile bir yahudinin, Fatih ile bir hristiyanın hukuk karşısında denk tutulmaları tarihin parlak sayfası olmuştur.

dini, milli yada cinsel tüm kimlikler ve davranışlar vatan denilen büyük ailenin bireylerini gruplandırır. ama bu gruplandırmalar kişiye değer katmaz. o kişiye değer katan, kendi sorumluluklarının ötesinde toplumu bir adım öteye götürme gayretidir. "kimin milleti himmeti ise o tek başına millettir."

kişisel değeri artırmak için ilk adım eldeki sermayeyi kavramaktır. Hz. Peygamberin tarif ettiği gibi "...., dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re'sü'l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır". istidatlarımızın, yeteneklerimizin nemalanması, ortaya çıkıp, boy atması ve gelişmesi kendini tefekkür etmekle mümkün olur. kendi öz varlığını inceden inceye tetkik edip, son nefese kadar verilen bu güzel emanetleri keşfedip gün ışığına çıkarmak ve onları ebedi saadeti bize ve canımızdan çok sevdiklerimize kazandırmak en temel hedefimizdir. zaten yaşama zevkimizi bu gayretten alırız. gözlemlerimiz bize zevk verir.

bu sermayenin saadet-i ebediye yollarını temin etmek için kullanılması ise daha yüksek ve ulvi bir üslup gerektirir. bu üslubu ders veren 124 000 peygamber tüm insanlık önünde rehber olmuşlardır.

onların hak olduğunu ilan eden kitapları, Allah kelamı olduğunu bizzat kendileri gösterir. gözü olan ihtimalsiz o tılsımı keşfeder, kulağı olan herşeyden farklı olduğunu ilan eder, aklı olan inceliklerine nüfuz eder ve devamını ister. tüm kainat, gözümüz önünde hatasız çalışan muhteşem bir eser olarak kendi hakimini sanatkarını tüm özellikleri ile bize tarif eder.

işte vicdan, peygamberler, kitaplar ve kainat hepsi birlikte tüm güçleri ile bir olur ve bu bir olan manayı gösterirler.

bu manaya karşı nefsin inadından vazgeçip teslim olmak büyük bir adımdır. teslim olanın Allaha tevekkül etmesi, tüm gözlemlerinde gördüğü ince bağlantılarda Allaha itimad etmesi daha büyük bir adımdır. herşeyi yapabilir yaratabilir ve sürekli sizden haberdar Allahın hikmetine itimad edebilmek dünyayı cennete çevirir. çünkü en büyük bir musibet karşısında " اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ " deyip tam bir itminan ile şefkatli Rabbine itimat eder.

kıymetinin farkında olan bir insan diğer insanların endişeleri ve kimlikleri ile uğraşmaz. onları şu an göründükleri gibi kabul edip onlara da kıymetlerini farketmeleri için pozitif katkıda bulunur. zaten her insanın hayat algısı zaman ve zeminle değişir. önemli olan olumlu bir şekilde ve kendi sermayesini inkar etmeden, ziyan etmeden katkıda bulunmaktır. "doğru budur" inadından vazgeçip, itişen insanları arkada bırakıp, bir itilmişe teselli vermenin onurunu onlar taşır.

gözlerinde ne zenci ne çingene ne eşcinsel ne de kısır bir kadın olmanın hiç bir negatif değeri olmaz. hepsi de onun için birinci sınıf vatandaştır. çünkü o gözler en uzak hedefe kitlenmiş dosdoğru yürümektedir.

kimbilir belki bu uzun yazılar kendi ecdadının ruhunu arayan yitik bir topluma küçük bir ışık olur.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Gerçekten Eşcinsel miydiler?


Hz. Lut (a.s)’ın tebliğ ile vazifelendirildiği kavmin erkekleri, bizim anladığımız anlamda eşcinsel miydi? Hz. Lut (a.s)’ın tebliğ ile vazifelendirildiği kavminin kadınları arasında hemcinsler arası cinsel pratik var mıydı?

Eşcinsellik kavramı aslında son yüzyılın bir kavramıdır. Hemcinsler arası cinsel pratik tarih boyunca var olmasına rağmen “eşcinsel” kimliğin ortaya çıkması henüz çok yenidir. Eğer eşcinsellik İslam açısından tam anlamıyla masaya yatırılacaksa bu hususa özellikle dikkat edilmelidir. Uzun yıllardır İslam dünyası eşcinsel kimliği erkeklerin hemcinsleriyle olan cinsel pratiği üzerinden değerlendirmiştir. Bunun nedeniyse Lut kavmi kıssasında geçen erkeklerin erkeklere yönelik cinsel saldırısıdır. Dikkat edilirse bu kıssada kadınların kadınlara yönelik cinsel pratiği ve açık bir şekilde görünür olan transseksüel hal değerlendirilmemiştir. Değişik surelerde geçen kıssadan anlıyoruz ki bu kavim kendi kavimlerinden olmayan genç erkeklere tecavüz etmekte, kendilerine söz ile dahi karşı konulmasını yasaklamakta ve ahiret gününe inanmamaktadır.

Mezhepler, kimilerinin iddia ettiği gibi, hemcinsler arası cinsel pratiğin sadece hangi ceza ile cezalandırılıp cezalandırılmayacağı üzerine tartışmamıştır. Hemcinsler arası cinsel pratiğin günah olup olmadığı da tartışılmıştır. Biz, dini metinlerin “dipnotlarından” anlıyoruz ki sünni mezheplerden olan Zahiriye Mezhebi hemcinsler arası cinsel pratiği ceza ve günah kategorisi içinde değerlendirmemiştir. Diğer mezheplerse hemcinsler arası cinsel pratiği ölüm (Maliki ve Hanbeli Mezhepleri), dayak (Şafi Mezhebi) ve kadın erkek zinasından daha düşük bir cezalandırma (Hanefi Mezhebi – hemcinsler arası cinsel pratikte nesep sorunu olmaması ve suç/cinayet oranın düşük olması nedeniyle) gibi her birisi bir diğerinden farklı ceza öngörmüştür. Yani ortada “İcma” diyebileceğimiz bir durum söz konusu değildir.

Peki hemcinsler arası cinsel pratiğin cezalandırılması gerektiğine kanaat getirmiş fakihler bu konuda neden birbirinden farklı cezalar öngörmüştür. Çünkü Kuranda hemcinsler arası cinsel pratiğe karşı ceza hükmü içerir bir ayet yoktur. Hemcinsler arası cinsel ilişki konusundaki tartışmayı bitirecek hadisler ya birbiriyle çelişmekte ya da güvenilir bulunmamaktadır (Hanefiler). Şimdi işin ilginç tarafı günümüzün mütedeyyin kesimleri, Kuranda açık açık ceza hükmü bildirilmiş birçok fiile karşı artık kanıksarcasına tepki göstermemekte, sıradan kabul etmektedir. Fakat bırakın ceza hükmünün ne olduğunu, günah olup olmadığı dahi tartışılmış ve ortak bir karara varılamamış olan hemcinsler arası cinsel pratik ediminin kavramıyla, günümüzün bir kimliğini, eşcinselliği, tartışmaktadırlar.

Eğer İslam’da eşcinselliği tartışacaksanız baştaki soruların cevabını vermek zorundasınız. Hz. Lut (a.s)’ın tebliğ ile vazifelendirildiği kavmin erkekleri eşcinsel miydi? Hz. Lut (a.s)’ın tebliğ ile vazifelendirildiği kavmim kadınları arasında hemcinsler arası cinsel pratik var mıydı?

Kimi erkekler sadece kadınlara karşı cinsel saldırı fiilinde bulunmaz. Malumdur ki kimi erkekler, erkeklere ve kız ya da erkek çocuklara da cinsel saldırıda bulunabilmektedir. Bu yüzden ilk sorumuz üzerine Müslüman kardeşlerimizi yeniden düşünmeye davet ediyoruz. Hz. Lut (a.s)’ın tebliğ ile gönderildiği kavmin erkekleri eşcinsel miydi?

Diğer sorumuz ise açık bir şekilde Müslüman kardeşlerimize yönelik eşcinselliği düşünmeye bir çağrıdır. Sizi yıllarca kandırdılar kardeşlerim. Sizler uzunca bir süredir Google da “İslam” ve “eşcinsellik” kelimelerini girdiğiniz vakit eşcinsellerin Dr. Yusuf Karaçay’ın açıklamasıyla “bağırsak paraziti sebebiyle” eşcinsel olduğunu okudunuz. Eşcinselliği ismi geçen zatın kendi tabiriyle “anüs kaşıntısı” zanneden bir anlayış sizi yıllardır yanıltıyor kardeşim; yoksa Allah Lut kavmini değil bağırsak parazitlerini helak ederdi… kadın eşcinselliği üzerine lütfen düşünün. Kadın eşcinselliği üzerine biraz olsun düşünürseniz eğer, o helak edilen kavmin aslında neden helak edildiğini de idrak edersiniz.

gayderviş

3 Nisan 2010 Cumartesi

Homofobi ve İman

"Son zamanlarda kimileri “Müslümanlar ve eşcinseller” şeklinde ikili bir dil kullanmaya başladı. Bu ikili dilin sahipleri sözüm ona dindar kalem sahipleri ve lgbtt aktivistleridir. Bu ikili karşıtlık içeren dili reddetmek, Müslüman eşcinseller açısından imani bir yükümlülüktür.

Bugünler itikadi açıdan homofobinin nasıl bir iman zedeleyen canavara döndüğünün ortaya çıktığı günlerdir. Homofobi kavramı lgbtt aktivistleri tarafından hiçbir zaman imanı zedeleyen bir fikir olarak ortaya serilmemiştir. Belki de böyle bir kaygı zaten hiç yaşamamışlardır. Biz Müslüman eşcinseller ise homofobinin imani açıdan reddedilmesi gerekilen bir durum olarak gündemimize almak zorundayız.

Tüm Müslümanların şu soruyu sorması gerekir: “Müslümanlar ve eşcinseller” diye konuşan homofobik bir imamın arkasında namaz kılınır mı? Allah’tan başka bir ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğuna şehadet getiren bir kişi, sırf eşcinsel olduğu için din dairesinin dışına mı çıkmıştır ki, o eşcinsel kişi hakkında konuşurken Müslüman sıfatını kullanamamaktayız? Bu itikadi bir sorundur. Şehadet getirmiş bir eşcinsel hakkında konuşurken, onu Müslüman olduğu halde ısrarla Müslüman olarak görmeyip birde Müslüman karşıtı şeklinde konumlandırmayı artık bir homofobi olarak açıkça tanımlamak zorundayız. İman sahibi eşcinsel kişiyi İslam karşıtı bir kişi olarak konumlandıran bir imamın arkasın da saf tutulur mu?

Burada eşcinsel cinsel pratiğin fıkhi açıdan değerlendirmesini yapmıyoruz. Müslüman eşcinsel kişinin imanının yok sayılmasının itikadi açıdan durumunu sorguluyoruz. Bir Müslüman hangi hal üzere olursa olsun, kalbinde Allah ve Resulünün (s.a.v) sevgisi varken Müslüman cemaatinin dışında tutulabilir mi? Allah ve Resulünün (s.a.v) sözü edildiği vakit saygı ile dinleyen ve müşrikler gibi asla ama asla dalga geçmeyen, karşı çıkmayan ve daha da önemlisi dalga geçene ve karşı çıkana eliyle, diliyle ve kalbiyle karşı koyan bir Müslüman sadece eşcinsel olduğu için Müslüman cemaatinin dışında mıdır?

Bu sualin öncelikle itikadi açıdan cevabını bekleriz. Çünkü karşımızda itikadi açıdan kimlerin var olduğunu bilmek bizim bir hakkımızdır. Zamane mutezilleri ve haricileri ne derse desin biz imanımızdan eminiz ve bugün açıkça görmekteyiz ki homofobi itikadi bir sorundur.

Mazlum-Der, karı koca Dilipaklar ve Hilal Kaplan gibi kimi kişi ve kurumlar bugünlerde Müslüman eşcinselleri hiçe sayarak bir ikili dil kullanmaya başlamışlardır. Bu ikili dil muhatap aldıkları lgbtt aktivistleri açısından belki de doğru olabilir. Yalnız bilinmelidir ki iman kaygısı gütmeyen çevreler öncelikle iman kaygısı gütmedikleri için eleştirilmelidir. İnanç kaygısı olmayan bir eşcinselin eşcinselliği değil belirttiğim kaygısızlığıdır aslolan. Karşınızda sürekli olarak kaygısız eşcinsel görmekten mütevellit nasıl olurda inançlı eşcinselleri hiçe sayarak söz ve tutumlarda bulunabilirsiniz? Bunun cevabını biliyoruz. İtikadi açıdan homofobinin değerlendirmesini yapmadığınız için!

Artık geriye dönülmez bir durumun içindeyiz. Müslüman eşcinseller vardır. Müslüman eşcinseller inanç kaygısı olmadığı için lgbtt aktivistleri ile yollarını ayırmıştır. İnanç kaygısı Müslüman eşcinseller açısından asıl belirleyici olan haldir. Bundan dolayı heteroseksüel Müslümanlarında yollarını belirlemelerini isteriz. Bu homofobinin itikadi açıdan değerlendirilmesidir. Mazlum-Der, Hilal Kaplan ve Dilipaklar artık karar verin; harici misiniz, mutezile mi? Ya da “BİZ”den mi?
"

gayderviş