26 Mayıs 2012 Cumartesi

Akibet



Fazilet, yani erdem, insanın ruhsal olgunluğu diye tanımlanır. olgunluk ve kemalat, kişisel ölçü ve kararların dışına çıkıp, hem bilgi hem tatbikatında, hem bu halin kalpteki yerinde, insanlığın ortak iyilik değerlerini esas alabilmektir. bu büyük ortak paydaya da büyük bir nazarla değerlendirme gerekir. bu değere bağlanmak, kudsiyettir.

kudsiyet, yapılan eylemle beraber kalpte  huzur hissini uyandırır. çünkü yapılan eylem, kişisel değil, tüm insanlık namına yapılmış olur. bu üslubu ile ortak iyilik değerlerini esas almıştır. kişinin içsel kudsiyet yönelimi, dışarıdaki hayatta fazilet olarak gözlemlenir.

Fazilet nadir bulunur. Fazileti algılamış, kudsiyet ile hareket edenler ise çok daha nadirdir. yalnız insanda varolan fazilete ve fazilet sahibine meyletme duygusu ile o nadir kişinin hali tüm topluma yansır. hatta bazen toplum, sanki o bireymiş gibi hareket eder. bu tarihte kimi zaman o topluma yarar, kimi zaman da sonları olmuştur.

toplum kişiye yalnız başına olduğundan farklı bir güven verir. hatta benzer toplumlar arasında rekabetle bireylerine daha güçlü olma duygusunda yarışırlar. gariptir bazen de zayıflar o toplumdan uzaklaştırılarak ortalama yükseltilmeye çalışılır. şu zamanda bunun biraz daha insanileştiğini görüyoruz. doğrudan o zayıf ferde müdahele edilerek hayatı ortalamaya yaklaştırılır. lakin o bireyin bunu talep etmesinden önce onun birey olarak tanınmasında bugün sıkıntılar vardır.

bireye güvenli hayat sunma hedefi sonucu ortaya çıkan toplum, bazen bu karışan tanımlarla, amacıyla çelişir, sonuçta da bireyi hayatından eder. genel kaide olarak da bu hatanın sorumluluğu topluma değil, toplumun başındakine verilir. fazileti takip eden ve bireyleri kudsiyet algısı ile hareket eden toplum, başardığında ise şeref topluma aittir.

bu sistem içinde genel ortalamaya sonradan katılan gruplar, sistemden reddedilmemek için ortalama olarak gördükleri değerlere fanatikçe sarılırlar. kendileri "öteki" olarak başladıkları dahil olma sürecinde artık farklı gördükleri "öteki" olmuştur. tüm itham ettikleri ifadeler vasıf olarak derinlerinde kendilerinde var olabilmektedir. "öteki" etiketinin sistemleştirilmesi ilginçtir. kendinden daha az güçlü olduğunu düşündüğü ve sistemle sıkıntısı olmayan bir kimliği iterek kolayca kendi grubunun toplum ortalaması içinde varolmasına çalışırlar. çoğu kere hedef bireydir. böyle bir hedefe oturtulmuş birey de, ötekileştirmeyi yapan o fanatiğe hatayı vermeyip, hücumu bir kesimden bilir. koca bir kesime karşı zayıftır. başedemez ve siner. böylece yavaş yavaş, birey birey, farklı görülenler uzaklaştırılır, toplum gövdesinde sonradan gelenler yer edinir.

bu son derece bencil ve felsefi hareketin devamına her seferinde Allah bizzat müdahele eder. öyle olaylar olur, öyle bir yeni nesil gelir ki, tüm bu zulüm ve insanın çizdiği garip toplumsal şekil bozulur, önceki Allahın murad ettiği resme geri döner.

tüm bu karmaşa arasında kiminin Rabbine itimadı ziyadeleşir, kimi sevgisinden şüphe duymaya başlar. kimi o sıcaklığı artık hiç hissedemez olur. tüm adaletin yerini bulacağı o hassas gün, muhasebe meydanında yaşananlar ise çok daha vahimdir. normalde zalim bellidir. hakim bellidir. mahkeme bellidir. alacak bellidir. lakin davacı, ümitsiz ve mahzun bir şekilde mahkemeyi tanımadığını söyler. işte şok anı budur. çünkü herşey onun lehindeyken yanlış tavır herşeyi aleyhine çevirdiği gibi, alacağını alamaz hale getirmiş olur. halbuki madem dünyası zarar olmuş, ahireti gülecek bir tarzda tazmin edilmesi beklenirken, kendi eliyle hüsran olur. işte acı olan budur.

dini kimlikler var. alevilik de dini bir kimliktir. bu vatanın en asli kimliğidir, tarihçe anadoluda en eski islami kimliktir, ehl-i beyti temsil etmesi ile Hz. Peygamberi(a.s.m) kendi özdedesi bilir, şan ve şerefi bellidir. haksızlığa uğramıştır. dünyası zarar olmuştur. ahirette kazanması için tüm şartlar hazırdır. ....

milli kimlikler var. kürd olmak milli bir kimliktir. bu vatanın en asli kimliğidir, tarihçe anadoluda en eski milli kimliktir, hz ibrahim (A.S)e kadar uzanan, selahaddin-i eyyübi gibi büyükleri içine alan tarihi vardır, izzeti bellidir. haksızlığa uğramıştır. dünyası zarar olmuştur. ahirette kazanması için tüm şartlar hazırdır. ....

cinsel kimlikler vardır. eşcinsellik de bir kimliktir. bu vatanın en asli kimliğidir. tarih içinde hep varolagelmiştir. dini ve milli kahramanlar içinden çıkarmış bir kimliktir. insani onuru bellidir. haksızlığa uğramıştır. dünyası zarar olmuştur. ahirette kazanması için tüm şartlar hazırdır. ....

Allah hepimizi o şok anından korusun. önlem almak gerekmektedir. en büyük önlem Allahtan ümit kesmemektir. haklı olduğumuz o mahkemede "söz senindir" dendiğinde yaşanmış bir hayatla o mahkemenin kararına saygı ortaya konmalıdır. islamofobiden, her türlü faşizmden, homofobiden hem dünyada hem ahirette alacaklı olmak için doğru hareket hayatidir.

gerçek son, hakkın, hakeden eline geçmesi ile ortaya çıkar. akibet, insanın nihayetinde varacağı yerdir. kendi yerini kıymetli bilen, ona göre hayatını tanzim eden, planlı giden, müdaheleye karşı Allaha itimat edip, ümit kesmeden, samimi bir bağ ile hareket edenin akibeti güzel ve kıymetli olur.

eğer bunu çevresindeki aynı kimlikten insanlarla beraber hayatlandırırsa, Allahı birbirine sevmek ve sevdirmeyi beraber yaparlarsa, o zaman grup kazancı amel defterlerine hiç bölünmeden tamamıyla girer. zarar bir bir gelirken, kar on on, yüz yüz gelir. ahiret ilerinde bu kardeşlik bağı ile hem dünyada teselli ve yoldaş, hem ahirette büyük kazanç mümkün olur.

işte böylece zarardan kar elde edilir. dünyası ne denli çirkin olursa olsun, ahiretine nur taşımayı başarabilir. haklı ve kıymetli olduğu ilahi bir mahkemede tasdik edilip, ebedi mutluluk kapısı ona açılır. böyle bir akibeti elde etmek için Kur'anın ders verdiği muhabbeti yakalamak, Allahla bağı sağlamak en önemli adımdır.

dünyayı ahiretine vesile etmeyi, akibet güzelliğini hepimize dilerim...      

26 Nisan 2012 Perşembe

Çözüme Adımlar 3




İnsanlık, tarihi boyunca devamlı bir değişim ve gelişim içindedir. İnsanlığın kabiliyetlerine bir sınır konmamasının neticesi olan günümüz teknolojisi ve haberleşme ağları, dünyayı adeta bir köy haline getirdi. İnsanlığın; milli, dini, cinsel, sanatsal, sportif, kültürel ve bütün alt başlıkları bu sanal ortamda rahatlıkla bir araya gelebiliyor. Bu iletişim ve etkileşim ortamında,  bizim de bulunduğumuz toplumun değer yargılarını ve inanç değerlerini göz önüne alarak katkıda bulunmak, toplumsal problemlerin çözümünde yol almamızda yardımcı olur. Yoksa toplumla olan çatışmayı, gerilimi ve sıkıntıyı artırır.

Eşcinsellerin; devletten, bilim camiasından, diyanet ve kanaat önderlerinden ve toplumdan beklentileri vardır. Türkiye’deki umumi atmosferi daha ılımlı hale getirmenin ve eşcinsellerin bu toplumun sanat, sosyal, kültürel, ticari vb. bütün alanlarında olumlu katkısını fark edip daha etkin rol almalarının önü açılmalıdır.

İnsaniyet tarihi; devletlerin, sınıfların, kabilelerin, insanların mücadeleleriyle süregelmiştir. İnsan hırsının ve kendinden başkasını kebul edememenin bir neticesi olarak geriye miras olarak; toplumsal huzursuzluk bırakmıştır. Toplumun huzuru, bireylerin huzuruyla mümkün olduğuna göre, herbir ferdin huzuru tüm toplum için önemlidir. Bir insan kendi içinde huzuru yakaladı mı toplumsal huzurun bir parçası olur. Siyaset ve din adamları başta olmak üzere toplumun bütün muteber otoriteleri huzurlu bir toplumun var olması için gayret ederler. Kişisel özgürlük ve toplumsal huzurun gerekliliğini savunurlar. Kişisel özgürlük, kişinin kendisine ve topluma zarar vermeden, kendi iradesiyle hayat tarzını şekillendirmesi olduğuna göre, bu tarz bir özgürlüğün fert fert yaşanması toplumsal huzurun en temel öğesidir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, aşiretler içinde seyahat ederken kendisine sorulan suallere verdiği cevaplardan oluşan, Münazarat isimli eserinde hürriyetin mahiyetini ve imanla münasebetini izah eder.

“SUAL:"Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta, adeta, 'Hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez' diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?" 
Cevap: Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini îlan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zîra, nazenin hürriyet, adab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lazımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır. Hürriyet, umum efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın. 

Fakat ey göçerler! Sizde olan yarı hürriyettir, diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kût-u layemut ve vahşet ile alûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vakıa, şu bîçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lakin, güneş gibi parlak, rûhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki; saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazîlet ve İslamiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir. 

Sual: "Nasıl, hürriyet îmanın hassasıdır?" 
Cevap: Zîra, rabıta-i îman ile Sultan-ı Kainata hizmetkar olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i îmaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukûkuna tecavüz etmeyi dahi, şefkat-i îmaniyesi bırakmaz. 

Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkarı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkar tenezzül etmez. Demek, îman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte, Asr-ı Saadet...”(Münazarat- B. S. NURSİ)

Toplumun fertleri, yukarda izah edilen manada hür olmalıdırlar. Devlet kendi vatandaşlarıyla değil, vatandaşlarının sorunlarıyla mücadele etmelidir. Her vatan evladının toplumla uyumlu hale gelmesi için çözüm üretir. Devletin, toplumun her bireyinin dert ve şikayetlerine makul çözümler getirmesi asli görevlerinden birisi olduğundan, devletin her vatandaşı, toplumun ve fertlerin haklarını çiğnemeden, kendi iradesi ile seçtiği veya doğuştan getirdiği sebeplerle, yaşam tarzını şekillendirme hakkına sahiptir. Devlet ideal bir toplumu teşvik ederken, toplumdaki bütün alt kimlikleri nazara almalıdır. Toplumda eşcinsellerin varlığı inkar edilemediğine göre, eşcinselleri toplumun uyumlu bir parçası yapmak en makul olanıdır. Devlet, eşcinselliği ne teşvik etmeli, ne de reddetmelidir. Ama eşcinselleri, toplumun ahlakını sıkıntıya sokacak bir kitle haline getirmemek için de gerekli tedbirleri almalıdır. Toplumun umumi ahlakını bozmada zina, hırsızlık, dolandırıcılık gibi elbette su-i istimal edilmiş eşcinselliğin de etkisi vardır. Bu su-i istimali önlemede devletin görevini ne nispette yaptığı tartışmalıdır. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan bir çok eşcinsel, bilindikleri takdirde işten atılma taleşı içindeler. Devlet, bu tedirginliği, hem kanuni düzenlemeler hem de halkı bilinçlendirme çalışmalarıyla ortadan kaldırmalıdır.

Eşcinsel eğilim, fantezi, dürtü, duygu ve davranışlarından rahatsız olmayan ve kendi benliği içinde uzlaşmış, eşcinselliğe uyum sağlayan, eşcinselliği kişiliğinin ve yaradılışının doğal bir yansıması olarak kabul eden kişilerin tedavi süreçlerine tabi tutulması veya tedavi tavsiyelerine muhatap kılınması muteber bir sonuç vermediği gibi birçoklarını çıkmazlara sürüklemiştir. Klinik çalışmalar, cinsel kimliğini kendisine uyumlu kılamayan veya cinsel kimlik seçiminde netliğe ulaşmaya çalışan bireylere yardımcı olmak üzerine yoğulaştırılmalıdır.

Eşcinseller için, eşcinsellik kişinin duygusal, romantik ve cinsel hislerini, ayrıca sosyal kimliğini ve öznelliğini kapsayan bir yapıdır. Bu nedenle eşcinseller için eşcinsellik bir hastalık değildir, dolayısıyla tedavisi de söz konusu olamaz. Eşcinsellik , 1974’ten beri psikolojik ve ruhsal hastalık sınıflamasına göre bir hastalık olarak kabul edilmemektedir. Bu nedenle, eşcinseller için eşcinsellik normal bir durumdur ama toplumsal baskılardan dolayı eşcinsel kimliğiyle barışık yaşamakta zorlanan bu kişilerin kendileri ya da yakınlarının psikolojik destek almaları mümkündür. Eşcinselliğin sebepleri konusu bilim yönünden hala tartışmalı olmakla beraber umumi kanaat, eşcinselliğin doğuştan sabip olunan bir özellik olduğudur. Bu durumun gittikçe daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkması, birçok ülkede hukuki düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir.

Eşcinsel, kendi isteğiyle de olsa, içselleştirilmiş homofobiyle de olsa, ailesinin ve toplumun baskısıyla da olsa değiştirilmeye çalışıldığında intihar etme potansiyeli taşıyabilir. Kişi hayatını anlamsız, kendisini çaresiz ve sorunlarının çözümsüz olduğunu düşünürse kurtuluşu ölümde arayabilir. Birçok ünlü simalar ve nice nice ünsüzler hayatın ağır yüküne tahammül edemeyip intihar etmişler. İntihar davranışı için risk faktörleri arasında; cinsel yönelim ve kimliğini gizli tutma, içselleştirilmiş homofobi, eşcinselliğin inanç değerlerine zıt olduğu yönündeki kanılar,  eşcinselliğe yönelik olumsuz tutum ve önyargılar, açılma (coming out) sürecinde aile ve arkadaşlar tarafından destek görmeme, akademik ortamdan yeterli desteği alamama, tedavi sürecine tabi tutulma, vb. sayılabilir.

Ancak intihar davranışına zemin hazırlayan en önemli faktör hastanın içselleştirilmiş homofobisidir. İçselleştirilmiş homofobi yüzünden intihar eden eşcinsellerin çoğunda son zamanlarda ölüm ve intihardan sık bahsetme rapor edilmiştir. Bu hayli önemli bir noktadır. Yani bir kişi intihardan bahsediyorsa ciddiye alınıp mutlaka yardım edilmelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, toplumun umumi ahlakını bozan bütün olay ve olgulara karşı islami açıdan çözüm ve bakış açısı sunması vazifelerindendir. Toplum ahlakını bozma eğilimindeki eşcinsel bir hayatın olumsuz etkilerinin giderilmesinde, diyanete en büyük desteğin, çözüm yolundaki eşcinsellerden geleceği muhakkaktır. Eşcinseller diyanetten, Türkiye’de mevcut eşcinsel hayat için fetva beklememektedirler. Eşcinsellerin, halk tarafından şuursuzca yargılanıp, islam dışına atılmasına çare beklemektedirler. Diyanetin, eşcinseller hakkındaki en kötümser tutumu; eşcinselliğin islamın neresinde olduğunun tartışmalı olduğunu, ehven- ü şerin usulunun eşcinselliğe de şamil olduğunu nazara vermesidir.  İmanlı bir insanın hırsız, dolandırıcı ve zinakar olmasının onu imandan çıkarmadığı gibi bir eşcinselin, eşcinsel vasfından ve fiiliyatından dolayı islamdan çıkmadığının toplumca bilinmesi lazımdır. İslama inandığı halde intihar eden, açık sefih bir hayat yaşayan veya  islamdan çıkan eşcinselin durumundan diyanet önemli oranda mesuldur. Lut kavminin yaptıklarının sapıklık olduğunu aklı başında her eşcinsel kabul etmektedir. İlgili ayetlerin mealleri nazara alınırsa, Lut kavmi; meclislerinde, hanımlarını bırakarak, göz göre göre ve topraklarına misafir gelenlere karşı bile sapıklık ve sarkıntılık yapmışlar; yani lutilik yapmış ve daha önce hiçbir toplumda bulunmayan bir seviyede sehahete dalmışlar. Bu fiillerin, nerde ve ne toplumda olursa olsun, eşcinsel olsun veya olmasın, herkes tarafından sapıklık kabul edilmesi insan ve islam olmanın bir gereğidir. Masumane ve kimseye zarar vermeden aralarında bir muhabbet geliştirerek mahremiyetlerini yaşayan iki eşcinselin durumunun Lut Kavmi ile bir tutulmasının yanlışlığı açıktır. Diyanet, daha mülayim ve şefkatli bir ifade ile tüm Müslümanların dünya ve ahiretteki huzurunun ana umdelerini nazara vermelidir.

Toplum, parçalardan ve organlardan oluşan bir bütündür, bir bedendir. Sağlıklı ve huzurlu bir toplum yapısı, tüm fertlerine değer verilmesiye mümkündür. Eşçinseller, hayat fesefesi ve dini inanç farkı olmasızın, toplumun her kesiminde çoklukla bulunmaktadırlar. Dışlanmış her birey, topluma daha büyük yara olarak geri döner. Aşırılıklar, etki ve tepkideki ölçüsüzlüğün bir sonucudur. Aileler kendi öz fertlerinde bile eşcinsel birisinin olabileceği hassasiyetiyle, galeyandan uzak bir tavır sergilemelidirler. Şuurlu eşcinseller ve aileleri, yapıcı bir şekilde çevrelerindeki eşcinsel ailelerine olumlu telkinatlarda bulunmalı. Mahremiyetlerini yaşamak isteyen eşcinseller de toplumun içinde vakur bir duruşla mevcut tedirginliğin bertaraf edilmesinde rol almalıdırlar. Toplum tarafından anlaşılmak, toplumu anlamaktan geçer. Karşılıklı bir empatinin gelişmesi için gayrete ve zamana ihtiyaç var. Bir eşcinsel, hissiyatına yön vermede, zaman ve zeminin nezaketini nazara alıp akilane davranarak sorunlarının çözümüne ön ayak olmalı ve çözümde en önemli unsur olduğunu unutmamalıdır. Bir ağacın meyve vermesi mevsiminin gelmesine bağlı olduğu gibi, toplumsal problemlerin giderilmesi de şartların olgunlaşmasına bağlıdır.

Eşcinseller, kendileri için ümitsizlik ve dışlanmışlık havası yayan homofabiye karşı, birbirleriyle daha çok sımsıkı kenetlenerek ümitle geleceğe bakmalıdırlar. İslamın, sevgi ve hoşgörü dini olduğunu hayatlarıyla ders vermeli, dünya ve ahireteki geleceğini aydıntatacak hizmetleri hayatının mühim bir parçası yapmalı, eşcinsellik vasfına takılı kalmadan eşcinselliği hayatın tümüne bir renk yapmalı, ilişmelere ehemmiyet vermelidirler.

Bediüzzaman’ın aşağıdaki ibarelerinin bayraktarı olmaya çalışmak herkes için asıl gaye olmalıdır.

“ …Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. 
"Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..” (Tarihçe-i Hayat’ndan)

Böyle dehşetli bir yangının etrafımızı sardığı bir zamanda, Müslümanlar, münasebetlerinde birbirlerini daha fazla şefkatle kucaklamaya tarihin hiçbir devrinde bu kadar muhtaç olmamışlardır.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Çözüme Adımlar 2


İslam Dini, hala keşfedilmeyi bekleyen özellikleri ile birçok çevrenin ilgisini çekmeye devam ediyor. İslamiyet’i, bulunulan devre göre hususiyetlerini keşfetmeye en çok âlim kisvesindeki insanların ihtiyacı vardır. İnsanı, toplumu ve vasıflarını konumlandırmada her kesin istifadesine vesile olacak temel ölçüleri sunar.  Bir âlim, bu ölçüleri ne kadar mahir kullanırsa, ona göre günümüz toplumu ile İslamiyet arasında tutarlı bir bağ kurabilir.


İslamiyet bütün insanlığa gönderilmiş bir hidayet çağrısı olduğu için insaniyetin bütün fertleri bu çağrının muhataplarıdırlar. Bir âlim, toplumun sıkıntılarını gidermeye talipse ve bu yolda yürürken karşılaştığı sıkıntılarla mücadeleyi peygamberlerin varisi olmanın ölçüsü kabul ederse,” Gerçek âlimler peygamberlerin varisleridirler.“ hadisinin müjdesine mazhar olur. Bir hastayı iyileştirmek öncelikle işin ehli olan doktorun vazifesi olduğu gibi, insaniyetin sorunlarını gidermede en temel vazife başta din âlimleri olmak üzere herkesin vazifesidir. 


İslamiyet açısından, fıkfi ihtimaller, kısır döngüden kurtarılıp asli ölçüleri muhafaza etmek suretiyle islamiyetin bütünlüğü içinde nazara verilmeli. Bir hırsız veya sarhoşun diğer iyilikleri nazara alınmadan sorgusuz sualsiz cehenneme gönderen bir zihniyetin eşcinselleri, sırf eşcinsel oldukları için, aynı yolla cehenneme göndemesi normal kaşılanabilir. Fakat bu zihniyeti taşıyan kimselerin merhamet güneşi olan Resul-i Ekrem’e(asm) ümmet olma liyakatından ne kadar uzak oldukları aşikardır. 


Tarihin her döneminde var olan bir olguyu, eğer ortadan kaldırılamıyorsa, topluma zarar vermeden layık olduğu mevkiye yerleştirmek tüm toplumun meselesidir. Bu olgulardan bazılar cinsel kimlik, yönelim ve tercihlerdir. Bu olguların toplumdaki yerini tespit etmek ve toplumu tedirginlikten kurtarmak için ciddi bir çalışmaya olan ihtiyaç gittikçe artmaktadır. Eşcinsellerin, karşılaştıkları sıkıntıları paylaşacak muhatap ararken, gittikleri birçok kapıdan ümitsiz dönmelerinin sorumlusu olmamak için; geniş perspektifli din alimleri, konu uzmanı akademisyenler, temsilci eşcinseller, siyaset adamları ve çözüme katkı sağlamak isteyen fertlerle böyle bir çalışmanın alt zeminini oluşturmak gerekiyor. Toplumun hassasiyeti nazara alınarak yapıcı bir üslupla meseleler ele alınmalıdır. 


Bu sorunların çözümüne dair bilim çevrelerinin ve diyanet işlerinin, varsa, mevcut çalışmalarını daha ileriye götürmek için, mesele ehil heyetlerce soğukkanlılık ve titizlikle değerlendirilip, zaman ve zemine münasip bir yol haritasının çizilmesinde fayda vardır. Vaziyete göre konferans, panel veya seminerler düzenlemek suretiyle muhataplara bilgi verilmelidir. 


Sosyal devlet olmanın bir gereği olarak, bu çalışmalara devam edilmesi için gerekli desteğin başta hükümet olmak üzere siyasi çevreler ve sivil toplum kuruluşlarınca sağlanması gerekir. Her ferde layık olduğu hak ve hürriyetin adaletle dağıtılması için anayasal düzeyde bir düzenleme de gerekmektedir. Bu meseleleri uzun yıllar gündemine almış ve aşmış ülke ve yerel yönetimlerle de temasa geçilerek, onların fikirlerinden ve tecrübelerinden istifade etmek, meselenin çözümünde yol almayı kolaylaştıracaktır. 


Konunun sağlıklı bir zeminde konuşulması ve çözüme yönlendirici olması için bilinçli çevre ve eşcinsellere de büyük görev düşmektedir. Bir eşcinsel ne kimliğinin bilinmesinden korkmalı ne de parmakla gösterilen olmalı. Vakarlı, iffetli ve menfi hareketlerden kaçınmakla sürece katkıda bulunmalıdır. Toplum hayatında itibarlı bir hayatla yaşamayı dileyen bir eşcinselin en önemli özelliklerinden birisi, her insan gibi, cinselliğin hayatın sadece bir paçası olduğunu ve diğer kimlikleri (dini, milli) gölgesine almaması gerektiğini bilmesidir. Kültürel, sanatsal ve her türlü faydalı hizmetleriyle toplum içinde var olmalıdır. Eşcinseller, ucuz kahramanlıktan ve isyanın alameti sayılabilecek hareketlerden kaçınarak, sabırla, müsait zemin oluştuğunda ehil tamsicilerle kendini ve sıkıntılarını paylaşarak sürecin daha seri işlemesine yardımcı olabilirler. 


Resul-i Ekrem (asm), dünyayı şereflendirdiğinde ve mahşerin dehşetinde duasında ümmetini düşünmesi, her müslümana en büyük sermaye olduğu halde, eşcinsellerin bu sermayeden mahrum zannedilmesi düşündürücüdür. Eşcinselleri islamiyet hesabına toplumun dışına itenler, bir kişinin imanını kurtarmanın bir kişinin ümidini söndürmekten daha önemli olduğunun bilincinde değiller. Bu derin yanlışı istikamete getirmekte en mühim rol şüphesiz akl-ı salim alimlere düşmektedir. 


Toplumu ayrıntılarla boğuşmaktan kurtarıp asli meselelere muhatap kılmak alimlerce mümkün okacaktır. Nelerin asıl nelerin tebei olduğu muvzuu tartışmalı olabilir. Bu hususta, Bediüzzaman’ın eserlerinde ve lahika mektuplarında bazı izahlar mevcuttur. Barla Lahikası’ndan birkaçı aşağıya dercedilmiştir. 


"Üstadım bana ve dinleyen her zevi'l-ukule, "... imanı kurtarmak zamanıdır. Beş vakit namazını hakkıyla edâ et; namazın nihayetindeki tesbihleri yap; ittibâ-ı sünnet et; yedi kebâiri işleme" dersini vermiştir” Hulusi (Barla Lah.) 


”Hem mektubunuzda yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur; fakat ekberü'l-kebâir ve mûbikat-ı seb'a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar olmaktır.(Barla Lah.) 


 Kur'ân-ı Hakîmin azîm tergib ve teşviklerinin tam yerinde olup, ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından ileri gelmediğini, hem günâh-ı kebâiri işleyenlerin küfre girmediklerini … âyetle sâbit olduğunu ve nihayet Cenab-ı Erhamü'r-Râhimînin Gafûr ve Rahîm isimlerini melce ve tahassüngâh yaparak şeytandan istiâze edilmesini…(Barla Lah.) 


 Toplumun her ferdinin ,özellikle ahir zamanın dehşetli hengamesinde, allahın rahmetiden ümiti olmasını telkin etmek her şuurlu mülümanın en önemli vazifelerindendir. “Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim” hadis-i kudsisine itimat ve itikad eden ve herkesin hesabını sadece Allah’a vereceğini bilen bir kimse, sünnet-i seniye adabı içinde hareket etme gayretine düşerse, o büyük Şefaatcımızın (asm) şefkatli sinesine sığınmış olur. İslamiyet ailesinin, velev ki yaramaz bir çocuğu olmayı bile, bir eşcinsel kendisi için şeref saymalıdır. Ümmetinin dara düşmesine tahammül edemeyip, her ferdinin yardımına koşan O Rahmet Güneşi’nin (asm), kendilerini O’na ümmet sayan eşcinselleri unutmayacağı aşikardır.

10 Nisan 2012 Salı

Çözüme Adımlar



İnsan hayatının son nefesine kadar sürecek bir imtihanla karşı karşıyadır. Allah tarafından kendisine emanet edilen maddi ve manevi aza ve duyguları, layık olduğu macrada işleterek, gerçek kemale doğru yürür. Ve hayatının son demlerine geldiğinde, geriye dönüp geçmiş hayatına baktığında, ahirette görmeyi dilediği nimetlerin tadını hissederek Allahın rahmet kapısını çalmaya devam ederse, kulluk vazifesinin mühim bir kısmını ifa etmiş olur. Kulluğun diğer kısmı ise şüphesiz, başta farzlar olmak üzere, ibadetlerimizdir.


İnsanlar İslamiyeti esas alarak bir meseleyi değerlendirirken, birşeyi kabul veya reddederken islamiyetin mihenkleriyle konuşmak zorundadırlar. Yoksa hem kendisinin hem de muhataplarının helaketine kapı açmış olur. Mesele birilerinin ahiret ve dünya hayatlarıyla ilgili olduğu vakit yaklaşım daha nazik olmalıdır.


Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda Lem’alar isimli eserinin onüçüncü lem’asında bu mevzuya dair aşağıdaki ifadelerle bize bir değerlendirme tarzı gösterir. Bu usul ve kaide ile hareket etmek, âlim olsun, halk tabakasından olsun, herkes için İslami bir ölçüdür.


“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü'mine adâvet ederler.


Halbuki Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.


Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.” 


Bir insanın sahip olabileceği en büyük sermayesi ümit ve imandır. Bir insan, imanını kuvvetlendirmek ve ümidini muhafaza etmek suretiyle hiçbir elin boş döndürülmediği dergâh-ı ilahiyeye elini samimi açar, rıza-i ilahiyeyi elde etmeyi esas gaye edinerek gayret ederse, hayatın bir parçası olan diğer ayrıntılar, kendisine ve başkasına zarar vermemek şartıyla, insanın niyetine göre değer alır.


Hayattaki ayrıntılar, eşcinsellik dahil diğer bütün vasıfları içerir. Eşcinsellik nedir ne değildir? diye bir sualin cevabı, bütün toplumu baz aldığımızda, sorduğumuz şahsa göre cevabı çok farklı olabilir. Şunu öncelikle belirtmek gerekir ki adabına uygun yapılmayan her iş toplum tarafından yadırganır. Heteroseksüel birisinin zina bataklığına düşmesi, nasıl ki edepsizlik sayılıyorsa, düşüncesizce sefahate atılan bir eşcinselin durumu da aynı kategoriye girer. Sadece bir merak veya cinsel tatmin hevesiyle eşcinsel hayat tarzına yamalanmış; eşcinsel dünyanın duygu yoğunluğundan uzak birisi bu alemde gezindiği müddetçe maddi ve manevi mesuldür. Dolayısıyla heteroseksüel dünyada, ömürlük bir hayat arkadaşı edinmek niyetiyle yapılanlar toplumca hoş karşılandığı gibi, bir eşcinsel de bu niyetle, izzetini muhafaza ederek, toplumun telaşına meydan vermeden, kendi âleminde huzura vesile olan tutarlı bir hayat tarzına girmek için, bir hayat arkadaşı edinmeyi hedef edinirse, bu durumun da toplum tarafından yadırganmayacağı bir zaman gelecektir.


Fakat bu mananın toplum içine yerleşmesi zamanla mümkün görünüyor. Bu zamanın kısa veya uzunluğu ise, daha çok eşcinsellerin hayat tarzını gözden geçirerek duruşlarını istenen şekle getirmelerine, eşcinsellik hakkında su-i zanna sebep olan kapıların kapatılmasına göre değişecektir. "Toplum bizim her yaptığımızı mubah saysın" düşüncesi ortadan kalkmadığı sürece, toplumun uyumlu bir parçası olmak da zorlaşacaktır. 


Bir eşcinsel, kendisine ruhsal, bedensel ve duygusal olarak denk olmayan kimselerden, cinsel olarak mesafeli olursa, hem izzetini korur, hem de eşcinsellerin sorunlarının çözümünde adım atmış olur, hem de insani vazifelerinin önemli bir kısmını yapmış olur.

14 Mart 2012 Çarşamba

Metodoloji



Son günlerdeki görüşmeler ve arkadaş toplantılarından görünen o ki, dini anlamaya ve kavramaya her çevreden ve kesimden büyük bir ilgi var. lakin bu büyük ve çok kapılı din evine hangi kapıdan girileceği ve açık kapının bulunması biraz sıkıntılı görünüyor.  nasıl oluyor da din herkes için iyilik ve güzellik iken eşcinsel kimliği taşıyanlara bir ağırlık oluyor? eşcinsel kimlik sahibi birisi dini kimliğe ihtiyaç duyar mı? duyarsa nasıl bu iki kimliği uyuşturabilir?

iç içe geçmiş bu soruları yine konuları iç içe geçmiş bir ders şeklinde kendime bir öğüt olarak hazırladım. 

1 [
kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür. Ve ziyanın güneşe kat'î şehadeti misilli, bu geniş rahmet dahi, perde arkasında bir Rahmân-ı Rahîme şehadet eder. Evet, rahmetin bir ehemmiyetli kısmı rızıktır ki, Rahmân'a "Rezzâk" mânâsı verilir. Rızık ise, o derece zâhir bir tarzda bir Rezzâk-ı Rahîmi gösterir ki, zerre kadar şuuru bulunan, tasdike mecbur olur.
Meselâ, bütün zîhayatın, hususan âcizlerin ve bilhassa yavruların, bütün zeminde ve fezada ihtiyar ve iktidarlarının haricinde, gayet harika bir tarzda hiçten ve mütemasil çekirdeklerden ve su katrelerinden ve toprak habbeciklerinden yetiştiriyor. Hattâ ağacın başındaki yuvada kanatsız, zayıf kuşcuklara annelerini emirber nefer gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir. Ve aç bir arslanı yavrusuna musahhar eder, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna yedirir. Ve sair hayvanatın ve insanın yavrularına memeler musluğundan âb-ı kevser gibi hoş, mugaddî, sâfî, halis, beyaz sütleri kırmızı kan ve mülevves fışkı içinden bulaşmadan, bulandırmadan imdatlarına gönderir, validelerinin şefkatlerini yardımcı verir. Ve bir nevi rızık isteyen umum ağaçlara, münasip rızıklarını onlara pek harika bir tarzda koşturduğu gibi, bir nevi maddî ve mânevî rızık isteyen insanın duygularına, akıl, kalb, ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak onlara ihsan ediliyor. Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sümbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüz binler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler miktarınca dillerle ve ayrı ayrı, küllî ve cüz'î lisanlarla bir Rahmân-ı Rezzâkı, bir Rahîm-i Kerîmi bütün bütün kör olmayana gösterir.
Eğer denilse, "Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler, o ihatalı rahmete münâfidir, bulandırıyor."
Elcevap: Risale-i Kader gibi Nurun risalelerinde bu dehşetli suale tam cevap verilmiş. Onlara havale ile, kısacık bir işareti şudur:
Herbir unsurun, herbir nev'in, herbir mevcudun, küllî ve cüz'î müteaddit vazifeleri ve o herbir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. 

Ve ekseriyet-i mutlakası, maslahat ve güzel ve hayır ve rahmettirler. 
Ve az bir kısmı, kabiliyetsizlere 
ve yanlış mübaşeret edenlere 
veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara 
veya çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara rastgelir; 


zâhirî, cüz'î bir şer, bir çirkinlik olur, bir merhametsizlik görünür. Eğer o cüz'î şer gelmemek için rahmet tarafından o unsur ve küllî mevcut o vazifesinden menedilse, o vakit bütün hayırlı, güzel sair neticeleri vücut bulmaz. Bir hayrın ademi, şer ve bir güzelliğin bozulması, çirkinlik olması itibarıyla, o neticeler adedince şerler, çirkinlikler, merhametsizlikler husul bulur. Demek birtek şer gelmemek için yüzer şerler, merhametsizlikler irtikâp edilir ki, bütün bütün hikmete, maslahata, rububiyetteki rahmete muhalif düşer. Meselâ, kar, soğuk, ateş, yağmur gibi nevilerin yüzer hikmetleri, maslahatları içinde bazı dikkatsiz ve ihtiyatsızlar, su-i ihtiyarlarıyla kendileri hakkında şer yapsa, meselâ elini ateşe soksa, "Ateşin hilkatinde rahmet yoktur" dese, ateşin had ve hesaba gelmeyen hayırlı, maslahatlı, merhametli faydaları onu tekzip edip ağzına vurur.


Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve âkıbeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden Rahmâniyet ve hâkimiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan olamaz. Kendi aynasının rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb, kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa, yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hûrisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nev'ini bir kâinat-ı suğrâ ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede eder. Bütün ruh-u canıyla,

]1


peki burada istisna tutulan ve başarıya engel olan durumlar nelerdir? maddi ve manevi kainat sofralarından istifade etmeye engeller nelerdir? nasıl oluyor da biz eşcinseller din algısında başarısız oluyoruz. ben kendi anlayışımı paylaşmak isterim.
kabiliyetsizler: kabiliyet, insanın kalbine yerleştirilmiş ve dünyada sünbül ve fidan haline getirilmesi dilenilmiş çekirdeklerdir. bu istidat ve kabiliyet çekirdeklerinin yeşermesi ve nemalanması çok mühimdir. Hz. Paygamberimiz (a.s.m) bu konuda insanlığa şöyle verir: "Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re'sü'l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır.". lakin kabiliyet öyle bir şeydir ki, Allahın imtihan ile onu açmak dilemesi başka şeydir, insanların başkası hakkında varlığını bilmesi başka şeydir. öyle insanlar vardır ki, o şeye kabiliyeti verilmemiş. o özellikte değil başka türlü imtihanı olabilir. o kabiliyeti yoksa o imtihanı nasıl aşacak? eğer dünya zararını Allah dilerse ya dünyada ya da ahirette tazmin eder, mutlu eder. tersi olamaz çünkü Allah rahimdir, şefkatlidir. heteroseksüelliğe kabiliyeti olmayan bireylerin de, topluma yerleşik din algısına uyamayan bireylerin de durumu böyledir. onların imtihanlarında olaylar bazen onların zararına gelişir. tüm toplumda normal olan ölçü o bireye uygulandığında  anormal olabilir, onu mutsuz edebilir. lakin yılmamak sabretmek ve Allaha itimad etmekle bu zarar ahiret kazancına çevrilir.
yanlış mübaşeret edenler: iman ve islam tarifinden istifade etmek dileyen eşcinsel birey tasnif edilmemiş internet gibi bir bilgi kaynağı karşısında, yada kişisel hislerin seçimleri altında şekillenmiş mealler karşısında şaşırır. çünkü onun merakını gidermek için başını okşayan bir din ile değil onun açığını arayan görevlendirici bir din ile muhatap olduğunu düşünür. oysa kolayca ulaştığı noktalar en az islamla alakalı olan yerlerdir. ne kaynak olabilir, ne hüküm çıkarmak için aracı olabilir ne de bilinçli insanlar için değer ifade eder.yanlış taraftan başlamak bazen tüm hayat kadar geç kalmaya sebep olabilir. ön kapı açıkken arka kapı kilitli diye ömür geçirmek son derece zarar verici olur. doğru silsilesi için doğru otorite şöyle bir reçete önerir: 


2[
Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim."
Hem demiş ki: "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."
Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır."
Hem demiş ki: "Tarik-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez."
Öyleyse, tarik-i Nakşînin üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
]2

bu manevi doktorun ifadesine göre temel olan imandır, imanı geliştirmektir. islami tatbikatlar, meşrebler, ancak bu meseleye dayanarak yerleştirilirse bina tamam olur. hakaik-i imaniye yani iman hakikatları en önemli adımdır. kişiliğin kurulmasında kimlikler önemlidir. dini kimliğin oluşmasında en temel olan ise iman hakikatleridir. iman hakikatleri ya geleneksel olarak aileden gelir, ya da kendi gayret ve çabası ile eğitim ile uygulama ile kişisel olarak geliştirilir. yani ya teslimi yada tahkiki olarak elde edilir. "teslimi iman" şüpheden salim kalamaz. "tahkiki iman" ise her olay üzerinde Allahın rahmetinin izini özünü görüp müşahede edebilir. genelde eşcinsel birey için karışık gelen, bu yapıda aslında en öz olan da budur. kabukla ve renklerle uğraşmayıp doğrudan en öz olan bu merkeze yürürse, hem kendisi için hem toplum için hem de toplumsal tepkiler için en doğru duruşu almış olur.

ceza ve terbiyeye müstehak olanlara:  ceza karşılık demektir. terbiye ise Rab isminden gelir ve şu andaki durumundan daha kamil bir seviyeye sevkedilmek demektir, Allah, Rab ismi ile tüm mahlukatı bulunduklarından daha kamil bir seviyeye sevkeder, terbiye eder. Allah rahimdir, şefkatlidir, şefkati gereği daha güzeli diler. hem herşey güzeldir, ya bizzat güzeldir, ya neticesi itibari ile güzeldir. öyleyse başımıza gelenlerde görülen ceza ve terbiye hakikatı bizi yıkmak yoketmek için değildir. eşcinsel bireye basit ve sığ insanların yüze çarpar gibi söyledikleri Lut (a.s) hikayesi dinden uzaklaştırmak için değildir. çünkü Allahın kainattaki tavrı, Kur'andaki ifadesi böyle değildir. eşcinsel bireye sadece Lut (a.s.) kıssası değil, tüm Kur'an ayetleri bakar. 300620 harfi de muhataptır. çünkü eşcinsellik insanın özelliklerinden birisi ile alakalıdır. Kur'an ise "ey insan" der, insan paydasına giren herkesi muhatap alır. bir özelliği ile, insan paydasından hariç tek bir vasfı olanı daire dışına atmaz, bir özelliği dahi insan vasfını tuttursa muhatapı olarak kabul eder. şuursuz, hasta yada ölü olsa bile miras vs diğer hukukları ile onu bahis konusu yapar. 

eşcinsellik heteroseksüelliğin eksikliği değildir. toplum içinde hayatları ile ispat ettikleri gibi eşcinsel bireyler sanatta ve toplumsal pek çok dalda kariyer yapabiliyorlar. yetenekleri eksik değildir. madem ki algıda hassasiyette ve yetenekde zengindirler, elbette bu ikramın karşılığı olan şükrü ruhlarında çok daha fazla hissederler. böyle değerli ikramları doğru yerde sarfetmediklerinde ise ceza ve terbiyeye daha müstehakdırlar. çünkü tokat yakında olana vurulur. işte bu yüzden bazı Allah dostları ikaz edilmedikleri zaman kederlenmişlerdir.

çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara: zengin istidatlar demek, kalabalık bir kalp demektir. çok farklı duyguların ve algıların zenginliği demektir. bu denli kalabalık, genel bir rahatı arzu eder, kişisel bütünlüğü arzular. genelde hepsinin lezzet alabileceği bir hayat düzeyini talep eder. itilip kakıldığı, yok sayıldığı ortamlara tahammül edemez. eğer çevrenin üstesinden gelemezse hayattan ümidini kesebilir. daha zengin yaratılışlı olduğu halde bunalıma ve intihara daha yakın bir duruş gösterebilir. işte bu nokta en kıymetli bir ticaretten haber verir. az hem pek az bir zahmetle ümit verilirse, çok hem pek çok büyük bir kazanç elde etmek mümkündür. insanların Kur'anla köprüler kurmalarına vesile olmak pek kıymetlidir. ruhsal bütünlüklerine ulaşmalarına, yeteneklerinin ızdıraplarından feryad eden ferdlere teselli ve itminan vermeye gayret etmek çok kıymetlidir. hem dünya kardeşliği için kıymetlidir. hem ahiret kardeşliği için kıymetlidir. hoşumuza gitmeyen bir vasfı yüzünden pek çok özellikleri olan bir kişiye husumet beslemeyi Kur'an menetmiştir. elbette bir gemide yüz şer adama mukabil tek bir hayırlı adam olduğunda bile batırılmasına müsaade etmeyen Kur'ana göre yüz hayırlı adamla beraber bir şer adam var diye o gemi batırılmaz. batırmak gibi ötekileştirilemez. velev ki şerden bize de zararı dokunacak olsa, o zaman o zarara tedbir alınır. demek zor sınavın eşcinselin başına gelmesi ona zulmetmek için değil çok güzellikleri netice versin diyedir. hem bu imtihanı kaldıramaz bir zayıflıkta değildir. bu imtihanı kaldırabilecek ekipman da ona verilmiş, pek çok yetenek onun emrine verilmiştir. bu sebeple kendisinden beklenilen tek bir olaydan ve cevaptan fazlasıdır. çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara bazen olmadık hadiseler rast gelir, lakin onlar kendilerini bildikleri ve Rablerine itimad ettikleri için her durumu kendileri hakkında güzel bir sayfaya çevirirler. evet kendini bilen Rabbini bilir...

öyleyse dini kimlik elbette benim içindir. cinselliğim ve milliyetim gibi dini kimliğim de onurumdur. hem ona ben muhtacım. çünkü  

3[
bütün ehl-i ihtisas ve müşâhedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla, o uzun ve karanlıklı ebedü'l-âbâd yolunda zâd ve zahîre, ışık ve burak ancak Kur'ân'ın evâmirini imtisâl ve nevâhîsinden içtinâb ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san'at ve hikmet o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır.
]3

4[
Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem     sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
]4

[1] Risale-i Nur / Şualar / 15. Şua
[2] Risale-i Nur / Mektubat / 5.Mektup
[3] Risale-i Nur / Sözler / 7. Söz
[4] Risale-i Nur / Mektubat / 16. Mektup

28 Şubat 2012 Salı

Hadisleri Anlamak 3


Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bâzı a'malin fazilet ve sevablarından bahseden Ehâdîs-i Şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına zaîf veya mevzu demişler. İmânı zaîf ve enaniyyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız «Oniki Aslı» Beyân ederiz.

Birinci Asıl: Yirminci Söz'ün âhirindeki sual ve cevabda îzah ettiğimiz mes'eledir. İcmali şudur ki: Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Ervah-ı âliyeyi, ervah-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise ileride herkese göz ile görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i Kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa; o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyî' olur. İşte bunun için, Mehdi ve Süfyan mes'eleleri gibi çok mes'elelerde çok ihtilaf olmuş. Hem rivâyat dahi çok muhteliftir, birbirine zıd hükümler olmuş.

İkinci Asıl: Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bürhân-ı kat'î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası yalnız bir kabûl-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı îmâniyyeden olmayan mesâil-i fer'iye veya vukuat-ı zamâniyyenin herbirinde bir iz'an-ı yakîn ile bir bürhân-ı kat'î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.

Üçüncü Asıl: Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nasara ülemâlarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski mâlûmatları dahi onlarla beraber müslüman oldu. Bâzı hilâf-ı vâki mâlûmât-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.

Dördüncü Asıl: Ehadîs-i Şerife râvilerinin Bâzı kavilleri veyahut istinbat ettikleri mânâları, metn-i hadîsten telakki ediliyordu. Halbuki insan hatâdan hâlî olmadığı için, hilaf-ı vâki Bâzı istinbatları veya kavilleri hadîs zannedilerek za'fına hükmedilmiş.

Beşinci Asıl: اِنَّفِىاُمَّتِىمُحَدَّثُونَ yâni مُلْهَمُونَ sırrınca Bâzı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddîsîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen Bâzı maânî, hadîs telakki edilmiş. Halbuki ilhâm-ı evliya -Bâzı arızalarla- hatâ olabilir. İşte bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilîr.

Altıncı Asıl: Beyn-en nas iştihar bulmuş Bâzı hikâyeler bulunuyor ki, durûb-u emsal hükmüne geçer. Hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksad için sevkedilir, ona bakılır. İşte bu neviden beyn-en nâs teârüf etmiş Bâzı kıssa ve hikâyatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için, temsil ve kinâye nev'inden zikredivermiş. Şu nevi mes'elelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nasa aittir ve teârüf ve tesamu'-u umumîye raci'dir.

Yedinci Asıl: Pekçok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-ı maddiye telâkki ediliyor. Hatâya düşer. Meselâ: «Sevr» ve «Hut» isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hut timsalinde berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki Melâiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek Hadîse ilişilmiş. Hem meselâ: Bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: «Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp tâ ancak bu dakika Cehennem'in dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.» İşte bu hadîsi işiten, hakikata vâsıl olmayan inkâra sapar. Halbuki yirmi dakika o Hadîsten sonra kat'iyen sabittir ki; biri geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi ki: «Meşhur münafık, yirmi dakika evvel öldü.» Yetmiş yaşına giren o münafık Cehennem'in bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennide, esfel-i sâfilîne küfre sukuttan ibaret olduğunu gâyet belîgane bir Sûrette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Beyân etmiştir. Cenâb-ı Hak o vefat dakikasında o sesi işittirip, ona alâmet etmiştir.

Sekizinci Asıl: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icâbe-i duayı, Cum'â gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyâmetin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret ve dünya müvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf u reca ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte kıyâmet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyyesiyle hânesinin ve köyünün bekasıyla alâkadardır. Öyle de; hayat-ı içtimaiyye ve nev'iyyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur'an اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ der. "Kıyamet yakındır" ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-ı Kıyamet yalnız insâniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, Kıyâmeti mugayyebât-ı hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saâdet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları, «Şerâiti hemen hemen çıkmış» demişler.

İşte bu hakikatı bilmeyen insafsız insanlar derler ki: «Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbâl-i dünyevîde bin dörtyüz sene sonra gelecek bir hakikatı asırlarında karîb zannetmişler?»

Elcevab: Çünki Sahabeler, feyz-i sohbet-i nübüvvetten herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek, kıyâmetin ibham-ı vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm «Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz»tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikattan uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu nevi sözleri hikmet-i ibhamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki; Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ Bâzı ehl-i velâyet «Onlar geçmiş» demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak «Mehdi» mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zâyi' olurdu.

Şimdi Mehdi gibi eşhâsın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i Ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri Cemâate âit âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u îmânın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.

Alâmet-i Kıyametten olan Deccal hakkında Hadîs-i Şerifte «Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer.» rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler. Hâşâ şu rivayetin inkâr ve ibtaline gitmişler. Halbuki وَالْعِلْمُعِنْدَاللَّهِ hakikatı şu olmak gerektir ki: Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyyeti inkâr edecek bir şahsın, şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki; kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. «Deccal'ın bir günü bir senedir.» O daire yakınında zuhuruna işarettir. «İkinci günü bir aydır» demekten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bâzan olur yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü Deccal'a isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulû' ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı. «Deccal'ın çıktığı vakit, umum dünya işitecek» olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler, şimdi âdi görüyorlar!..

Alâmet-i kıyametten olan Ye'cüc ve Me'cüce ve Sedde dair, bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî'nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır. Bâzı mülhidler derler: «Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede...»

Elcevab: Çekirge gibi bir âfât, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o tâifelerin hakikatları, mahdud Bâzı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe emr-i İlâhî ile o mahdud ferdlerden gâyet kesretli aynı fesad yine başlar. Gûyâ onların hakikat-ı milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayı herc ü merc eden o taifeler, izn-i İlahî ile mevsimi geldiği vakit aynı o tâife, medeniyet-i beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir Sûrette tezâhür eder.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

Dokuzuncu Asıl: Mesâil-i îmâniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair Ehâdîs-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûbda geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur. Ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu Hadîstir ki:
لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ
-ev kema kal- meâl-i şerifi: «Dünyanın Cenâb-ı Hakk'ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.» Hakikatı şudur ki: عِنْدَاللّهِ tâbiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur mâdem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var; belki üç yüzü var. Biri, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsının âyineleridir. Diğeri, âhirete bakar; âhiret tarlasıdır. Diğeri, fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-yi İlahî olmayan ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek Esmâ-i Hüsnânın âyineleri ve mektûbât-ı Samedâniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatîâtın menşeî ve beliyyâtın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i îmânâ verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddî şu hakikat nerede ve insafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mânâ nerede... O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede...

Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağâ ve mücâzefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bâzı Sûrelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ: «Fatiha'nın Kur'an kadar sevabı vardır.» «Sûre-i İhlas sülüs-ü Kur'an» «Sûre-i İza Zülziletil-ardu, rubu» «Sûre-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu», «Sûre-i Yâsin on defa Kur'an kadar» olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: «Şu muhaldir. Çünki Kur'an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.»

Elcevab: Hakikatı şudur ki: Kur'an-ı Hakîm'in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bâzan on tane verir, bâzan yetmiş, bâzan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bâzan binbeşyüz (Sûre-i İhlas'ın harfleri gibi), bâzan onbin (Leyle-i Berat'ta okunan âyetler ve makbûl vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bâzan otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîr'de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur'an-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile Bâzı Sûrelerle müvazeneye gelebilir.

Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bâzı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ kıyas et.

Şimdi Kur'an-ı Hakîm'i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviyye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlas, Fâtiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, İza zülziletil-ardu gibi sâir faziletlerine dair rivayet edilen sûre ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur'an-ı Hakîm'in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmışdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sâre-i İhlas'ın herbir harfinin haseneleri, binbeşyüze yakındır. İşte Sûre-i Yâsin'in hurufâtı hesab edilse, Kur'an-ı Hakîm'in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif'in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yâni o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.

Onuncu Asıl: Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi ef'al ve a'mâl-i beşeriyede Bâzı hârika ferdler bulunur. O ferdler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medâr-ı fahrleridir, yoksa medâr-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar. Âdeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika ferd ise; mutlak, mübhem bulunup heryerde bulunması mümkün. Şu ibham îtibariyle mantıkça kaziye-i mümkine Sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yâni, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür.

Meselâ, «Kim iki rek'at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.» İşte iki rek'at namaz Bâzı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek'at namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabûlün mâdem şartları vardır, külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: «Gıybet, katil gibidir.» Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ: «Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.» Şimdi tergib ve teşvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir Sûrette her yerde bulunmasının imkânını, vâki bir Sûrette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a'mâl o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz.

Meselâ:
مَنْ قَرَأَ هذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسَى وَ هَارُونَ 
yâni:
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّموَاتِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir. Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Mûsa ve Hârun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, O iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevî, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir pâdişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sâde-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: «Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.» Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir Sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: «Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim.» Yâni bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki Teşbih kaidesi, meçhulü mâlûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) deniz-misâl âyine-i ruhlarına in'ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bâzan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek Bâzı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem İsm-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i âzam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilâf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semâvât nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, Niyyet-i hâlise ile şeffafiyyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevab ve fazilet yerleşebilir.

Netice-i Kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve îmânı zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu «On Aslı» nazara al. Sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat'î muhalif-i vâki gördüğün bir rivâyeti bahâne ederek Ehadîs-i Şerifeye ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mertebe-i ismetine halel verecek ítiraz parmağını uzatma! Zira evvelâ o «On Aslın» on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. «Hakikî bir kusur varsa bize aittir» derler, Hadîse raci' olamaz. «Eğer hakikî değilse, senin sû'-i fehmine aittir» derler. Elhasıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu «On Aslı» tekzib ve ibtal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa bu «On Usûlü» Kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! «Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır»de, ilişme.

Onbirinci Asıl: Nasıl Kur'an-ı Hakîm'in müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadîsin de Kur'anın müteşâbihâtı gibi müşkilatı vardır. Bâzan çok dikkatli tefsire ve tâbire muhtaçtır. Geçmiş misâllerle iktifâ edebilirsiniz.

Evet nasılki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rü'yasını tâbir eder. Öyle de: Bâzan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menamına tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tâbir ediyor. Öyle de: Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam!... Sırr-ı مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى ve تَنَامُ عَيْنَىَّ وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى hükmüne mazhar ve hakikî hüşyar ve yakzan olan Zâtın gördüğünü sen kendi rü'yanda inkâr değil, tâbir et. Evet uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müdhiş bir harbde yaralar alır gibi bir hakikat-ı nevmiye bâzan telâkki eder. Ondan sorulsa, «Hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı.» diyecek. Yanında oturanlar onun uykusundaki ızdırabına gülüyorlar. İşte bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-i Nübüvvete mihenk olamazlar.

Onikinci Asıl: Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve îmân; vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.
İşte onun içindir ki, mevcûdâtın tafsîl-i mahiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan Ulûm-u Âliye-i İlahiye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hüKemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.

Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyesi, Kur'anın hakaik-i Kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz:

Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazarıyla bakıldığı vakit -Onbeşinci Söz'de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaîf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.. bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı Esmâsının mazharı, nokta-i mihrakıyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin hususan nebatât ve hayvanâtın kesretli enva'-ı sagiresinden cevvadane icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnûatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte Arzın bu âzamet-i mâneviyyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyyesindendir ki, Kur'an-ı Hakîm; semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ diyor. İşte sâir mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsâdeme edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.